12 Mayıs 2014 Pazartesi

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçimi ve kuvvetler ayrılığı




Cumhurbaşkanın Cumhuriyet tarihinde ilk kez doğrudan doğruya seçmenlerin oyuyla belirlenecek olması, Anayasa’da belirtilen Cumhurbaşkanın yetkileriyle birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’de yarı-başkanlık sistemine geçiş yapılacağının bir göstergesi. Fransız anayasa hukuku uzmanı Duverger’e göre de, bir sistemin yarı-başkanlık olarak tanımlanabilmesi için cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, cumhurbaşkanının önemli yetkilere sahip olması ve meclisin güvenine tâbi olan bir başbakan ve kabinenin bulunması gerekir. Cumhurbaşkanın yasama, yürütme ve yargı alanlarındaki yeni görevleri ve Cumhurbaşkanın doğrudan halk tarafından seçilmesi TBMM ve hükümet karşısında siyaset üretecek yeni bir güç haline getiriyor. Bu noktada Amerika’daki başkanlık sistemi ve Avrupa’daki yarı-başkanlık ve parlamenter sisteminin Türkiye ile karşılaştırılması konuya açıklık getirecektir.


Türkiye’de yarı-başkanlık sistemi tartışmaları
21 Ekim 2007 tarihinde yapılan oylama sonucunda anayasamıza cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi düzenlemesi getirilmiştir. 1982 Anayasasına göre cumhurbaşkanının referanduma başvurma, çeşitli kurumlara atamalar yapma ve olağanüstü hal KHK’sı çıkarmak gibi pek çok yetkisi vardır ve bu yetkilerin hangilerinin tek başına hangilerinin karşı imza kuralına göre kullanılacağı oldukça tartışmalıdır. Cumhurbaşkanı, halkoyuyla seçilmenin getireceği artı meşruiyet, TBMM ve hükümet karşısında siyaset üretecek bir aktör haline getiriyor. Ayrıca görevde olan bir cumhurbaşkanını yeniden seçilebilmek için seçim vaatlerini gerçekleştirmek amacıyla, var olan anayasal yetkilerini genişletmek yönünde de harekete geçirebilir. 


Yarı-başkanlık sisteminde sert kuvvetler ayrılığının görülmezken  yürütme ve yasama organları arasında yumuşak bir geçişin var olduğunu söz konusu. Türkiye’de cumhurbaşkanının yasama, yürütme ve yargı alanında yetkileri mevcut. Yasaları yayınlamak, Anayasa değişikliklerini halkoyuna sunmak, seçimleri yenilenmesine karar vermek yasama alanındaki önemli yetkilerinde birkaçı. Başbakanı, bakanları ve genelkurmay başkanını atamak; YÖK ve Rektörlerin seçiminde ise yürütmenin yetkilerini kullanmakta. Yargı ile ilgili yetkileri ise Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı vekilini, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek.

 Bu yıl yapılacak Cumhurbaşkanı seçiminde Cumhurbaşkanının hükümetle aynı partiden olması durumunda siyasi yaşamda daha aktif ve görünür olması beklenmektedir. Cumhurbaşkanı ile hükümetin ayrı partiden olması durumunda ise cumhurbaşkanı ile bakanlar kurulu arasında krizlerin çıkma ihtimali çok daha yüksektir. Bunun temel nedeninin yürütmenin iki başlı olması. Böyle bir krizde halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmeyene oranla eli çok daha kuvvetlidir ve krizleri çözmek daha zordur.  


Amerika’da başkanlık sistemi
Amerika’da da Başkanlık sisteminde yasama ve yürütme organları birbirinden her açıdan bağımsız iki ayrı organa verilmiştir. Bu organlar ayrı ayrı seçilmelerine rağmen, birbirlerinin varlıklarına son verememektedirler. Aynı zamanda bu organlar birbirlerinin faaliyetlerine ve yetkilerine müdahale edememektedirler. Yarı-başkanlık siteminden farklı olarak sert kuvvetler ayrılığı görülüyor. Yasama, yürütme ve yargı birbirinden kesin olarak ayrılmıştır ve birbirlerini sürekli etkin bir denetim altında tutarlar. 

ABD'de yasama organı olan kongre iki alt kanattan meydana gelmektedir. Bunlar temsilciler meclisi ve senatodur.Temsilciler Meclisi, eyaletlerin nüfus yoğunluğuna göre belirlenecek sayıda üyelerin seçilmesiyle oluşan, ABD'nin iki meclisinden biridir. Temsilciler meclisi üyeleri, iki yıllık bir süre için seçilirler. Her eyalet, en az bir temsilciye sahiptir. Bunun dışındaki temsilciler, devletlerin nüfuslarına göre paylaştırılır. Temsilciler meclisi üyeleri doğrudan doğruya halk tarafından seçilmektedir. ABD'nin diğer meclisi olan senatoya ise her eyaletten iki temsilci gönderilir. Bugün ABD'de 50 eyalet vardır. Buna göre senatör sayısı da yüzdür. 

Anayasaya göre başkan ve yardımcıları iki dereceli genel oyla dört yıllık bir süre için seçilir. Başkan, yürütme yetkisine tek başına sahiptir. Bu alandaki işlemleri, kimseye bağlı olmadan, anayasal çerçeve içinde tek başına yapabilir. Başkan aynı zamanda idari mekanizmanın şefi olarak, bütün federal memurları atama ve görevlerine son verme yetkisine sahiptir. Ancak bu yetki senatonun onayına tabi olduğundan önemli pazarlıklardan birini oluşturmakta 


Fransa’da Yarı Başkanlık Rejimi
Fransız yarı başkanlık sisteminde 1958 Anayasası, temelde parlamenter bir sistem öngörmekle birlikte, devlet başkanına alışılmışın üstünde önemli yetkiler tanımakta. Devlet başkanı,“Millet Meclisini feshetmek” yetkisi vardır. Ayrıca, başbakanı atamak ve istifasını kabul etmek, ulusa mesaj yollayarak kamuoyunu bilgilendirmek, Anayasaya aykırı oldukları savıyla kanun ya da uluslararası anlaşmalar hakkında Anayasa Konseyine (Anayasa Mahkemesine) başvurmak, bu Konseyin 9 üyesinden 3’ünü ve başkanını atamak, başkanın yetkileri arasındadır.
Yine Anayasaya göre “vatana ihanet hali” dışında sorumsuz (md.69) olan Cumhurbaşkanı, “af ilan etme” yetkisini de tek başına kullanabilmektedir (md.17). Ayrıca, Cumhurbaşkanı, hükümetten veya iki meclisten bir öneri gelmesi halinde, bir tasarının kanunlaşması için “referanduma” da başvurabilmektedir (md.11).
Görüldüğü gibi, Fransız yarı-başkanlık sisteminde Cumhurbaşkanı Anayasadan kaynaklanan yetkileriyle çok güçlü bir konumdadır. 


Federal Almanya Yönetim sistemi
Federal Meclis, Alman halkının seçilmiş temsilcisidir. Federal mecliste yer alan 598 milletvekilinin yarısı partilerin eyalet kapsamında gösterdikleri aday listelerinden seçilirler (ikincil oylar). Milletvekillerinin diğer yarısıysa, sayıları 299 olan dar bölgede doğrudan adaya verilen oylarla seçilir (birincil oylar).
Cumhurbaşkanı, Federal Alman devletinin başıdır. Federal Almanya’yı dışarıya karşı temsil eder ve hükümet üyelerini, yargı üyelerini ve yüksek devlet memurlarını atar. Yasalar, onun imzasıyla yürürlüğe girer. Parlamentoyu feshetme yetkisine sahiptir.
Federal senato 16 eyaleti temsil eder, yasaların yapılmasına ve kısmen de federal devlet yönetimine katılan bir anayasal organdır. Parlamenter sistemin temel özelliklerini taşır. Çünkü Cumhurbaşkanı Federal Meclisçe seçilir ve çoğunluk partisinin lideri cumhurbaşkanı tarafından başbakan adayı olarak Federal Meclise önerilir; eğer meclisin mutlak çoğunluğu adayı onaylarsa, başbakan atanmış olur.


Finlandiya’da Yarı Başkanlık Rejimi
Finlandiya Anayasasına göre, halk tarafından seçilen devlet başkanı, hükümette ilk söz sahibi olan “makam”dır. Dış politikanın yönlendirilmesi, idari mekanizmanın gözetimi, silahlı kuvvetlerin komutası kendisine bağlıdır. Kanunlar üzerinde çok güçlü bir veto yetkisi vardır; öyle ki, veto edilen metin ancak daha sonra yapılacak genel seçimlerde oluşan mecliste ele alınabilir ve üye sayısının salt (mutlak) çoğunluğu ile kabul edilebilir. Üstelik, devlet başkanı bakanların hazırladıkları kanun tasarılarını parlamentoya sunmayabilir; onun yerine, kendi hazırladığı bir metni parlamentoya sunabilir. Finlandiya’da Cumhurbaşkanı meclisi dağıtma yetkisini tek başına kullanabilmektedir.







Yararlanan Kaynaklar

Serap Yazıcı/ Başkanlık ve Yarı başkanlık Sistemleri Türkiye İçin Bir Değerlendirme,İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002.

 https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/giris.jsp

 http://www.adalet.gov.tr/duyurular/2011/eylul/anayasalar/ulkeana/pdf/08-ALMANYA%20209-276.pdf

 http://journal.yasar.edu.tr/wp-content/uploads/2014/01/23-Fevzi-DEM%C4%B0R.pdf






29 Nisan 2014 Salı

Martin Van Bruinessen: Uluslararası sistem, neoliberalizm, transformasyon, siyasi dinamikler ve direniş Kürtleri uluslararası sistemde görnür kıldı



 Bruinessen göre Kürt Sorunun uluslar arası alanda görünür kılınmasında 1990’ların uluslar arası politikası, neoliberalizm transformasyon ve Kürdistan’ın dört parçasında gelişen siyasi dinamiklerin etkili olduğunu belirtti. 

Kürt sorununa dair pek çok kitap kaleme alan Utrecht Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Martin Van Bruinessen, Kürt Sorunun uluslar arası alanda görünür kılınmasında 1990’ların uluslar arası politikası, neoliberalizm transformasyon ve Kürdistan’ın dört parçasında gelişen siyasi dinamiklerin etkili olduğunu belirtti. Bilgi Üniversitesi Kürdoloji Çalışma Birimi, Bilgi Üniversitesi Kültür ve Düşünce Topluluğu ve Toplum ve Kuram Dergisi, "1990'larda Kürtler ve Kürdistan" başlıklı konferansta konuşan Bruinessen İran-Irak savaşı, Irak’ın Kuveyt’te saldırması, Soğuk Savaşın sonunda başlayan kimlik mücadeleri Kürt Sorununa uluslar arası bir boyut kazandırdığını belirtti.

 Kürdistan İslami Hareketler

Rusların 1980’lerde Afganistan’ı işgal ettiğini ve  Amerika’nın desteği ile bir cihat başlatıldığını belirten Bruinessen 1980’lerde Afganistan’daki mücahitler Amerika ve Batı tarafından çok olumlu bulunduğunu söyledi. Bruinessen; “ 1980’lerde sadece Afganistan’da değil diğer ülkelerden de gönüllü olarak katılanlar oluyor. Güney Kürdistan’dan, Irak Kürdistan’ından ve Türkiye Kürdistan’ından da gelenler ve katılanlar vardı.  Diasporadan gidenlerde vardı. 1980’lerden sonra bu insanlar Kürdistan’a dönüyor. Güney Kürdistan’da yeni İslami hareketlerin başladığı görülüyor.
Kürdistan İslami hareketleri oluyor” dedi. Türkiye’den ise Hizbullah’tan katılanların var olduğunu söyledi. 1993’te Samuel Huntington Soğuk Savaş’tan sonra dünyanda yeni savaşların olacağını ve bu savaşların medeniyetler arasında olacağını yazdı. İslam ve Çin medeniyeti Amerika ve Batı için yeni bir tehditti Samuel Huntington göre. 1990’larda Amerika için iki önemli İslam vardı. Bunlardan biri İran’ın olduğu kötü İslam ve Suudi Arabistan’ın olduğu iyi İslam. Bruinessen göre Batı için Güney Kürdistan ilginç bir yer oluyordu. Amerika ve Batı Saddam Hüseyin ve İran’ı düşman olarak gördüğü için ve  ikisini de gözetim altında veya kontrol altına tutmak için Kürdistan önemli bir yer oluyordu Amerika için. Güney Kürdistan’daki siyasi partiler Amerika ile siyasi bağlarını bu noktada geliştirdiğini söyledi.

'Halepçe katliamı bütün Kürtleri birleştiren bir hafıza yarattı'
Irak Savaşı'nın bitimin Kürtler için önemli bir dönüm noktası olduğunu belirten Bruinessen, "Irak Halepçe kimyasal zehirle saldırıyor. Halepçe'nin fotoğrafları bütün dünya tarafından görülüyor ve Halepçe, sadece Irak Kürtleri için değil Türkiye'deki, Suriye'deki İran'daki Kürtler için öneli bir sembol oluyor. Çağdaş Yahudi kimliği için Holokost ne ifade ediyorsa, Kürtler için de Halepçe ve Halepçe sonrasındaki saldırılar, Kürtleri birleştiren bir hafıza yaratıyor" diye konuştu.

Kürdistan ve Neoliberalizm
Neoliberalizmin iki yüzü olduğunu vurgulayan Bruinessen, Kürdistan için önemli birçok imkanlar verdiğini söyledi. Özel televizyonlar bambaşka bir kamu alanı yarattığını belirten Bruinessen CNN’in 1991 Güney Kürdistan’daki serhildanı (başkaldırı/Direniş) bütün dünyaya gösterdiğini söyledi. Irak Kürdistan’ından Türkiye ve İran’a yapılan göçler ekranlara getirerek dünya gündemine getirdiğini belirtti. Bruinessen “ Bu olaylar sonucu Amerika’da bir kamuoyu oluşuyor ve hükümete baskı yapılıyor müdahale etmek için. Eğer televizyon imajları olmasaydı toplumda bir kamuoyu ve baskı oluşmazdı. Belki bu müdahale olmazdı. Yarı bağımsız olan Kürdistan’ı bir anlamda CNN mümkün kıldı.” diyor.  

'MED TV Kürtleri uzayda bağımsız yaptı'
Medyanın önemine değinen Bruinessen, "Türkiye'de özel kanallar Kürt meselesini daha iyi tartışıyorlar. Çok önemli bir gelişme, Kürtlerin 1995'de kendi uydu kanalı Med TV yayına başlıyor, tabi ki diasporada çalışıyor. Bu televizyon kanalı için Emir Hasan çok güzel bir isim koydu; 'Yerde, toprakta Kürtlerin egemenliği yok ama uzayda bağımsızlık oldu' dedi. 1991'de Türkiye'de, Kürtçe yasağı kısmen kaldırılıyor. Kürtler değil tüm gruplar da kendisini keşfetmeye başladı. Rumca, Lazca, Ermenice Süryanice, Arapça dönemi başladı. Türkiye'de artık monolotik bir kimlik kimliğinden daha çok çok-kültürlü bir yapı görmeye başlıyoruz. Monolotik Türk kimliği ortadan kaldırılıyor" dedi.

Kürdistan ve Diaspora
1990’lı yıllarda diasporada  Kürtler daha iyi örgütlendiğini belirten Bruinessen, PKK daha çok  Almanya, Fransa, Hollanda, İsveç’te örgütlendi. Bu ülkelerde çalışan bir çok işçi vardı. 1980’li yıllarda daha çok mülteci olduğunu söyleyen Bruinessen 1980’lere oranla 1990’larda daha güçlü bir örgütlenme görüldüğünü söyledi. Bruinessen, “ Kültürel faaliyetlerin arttığını da görüyoruz.  İsveç hükümeti tarafından Kürt yayınları ve Kürtçe dersler geliştiriyor ve destek veriliyor. Bütün Avrupa’da siyasal örgütlenme gerçekleşiyor. Avrupa’da finansman imkanları var. Avrupa’da İran, Türkiye, Irak ve Suriye Kürtleri arasında bir etkileşim ve iletişim oldu. Avrupa PKK için çok önemli bir destek oluyor sadece destek değil hem gerilla hem uzaman olarak halk katılıyor. Lojistik destekte oluyordu.” dedi.  O dönemde Kürdistan’ın parçaları arasında geçiş yapanların çok olduğunu ve şiveler arasında yaklaşım olduğunu söyledi. . Politize ve eğitim görmüş Kürtler farklı bölgelerin şivelerini öğrendiğini  Soranca konuşanlar, Kurmancilerin anlayabileceği bir Soranca konuşmaya başladılar. Şiveler arası bir yaklaşımın olduğunu belirtti.

Kürdistan’da politik mücadele ve faili meçhuller
Bruinessen, PKK'nin 1990’larda Kürt mücadelesini, politik mücadeleye çevirdiğini söyledi. Bruinessen, "PKK'nin güçlü olduğu bölgelerde toplum kendisini idare etmeye başladı. Bu da faili meçhul cinayetlere yol açtı Hemen hemen bütün siyasi insanlar yok edildi. Binlerce insan devlet tarafından yok edildi. Kürt siyasal partiler kuruluyor o dönemde. İlk kez Kürtler parlamentoda temsil ediyorlar. Bu çok önemli bir tecrübe. Parlamentodan daha çok belediyeye yöneliyorlar ve Kürt iradeleri oluşmaya başlıyor. O dönemde yavaş yavaş kurumlar oluşmaya başlıyor" dedi.

28 Nisan 2014 Pazartesi

Yazılar ve Vakainameler: Seymour Hersh’ün makalesi üzerine dünyadan ve Türk...

Yazılar ve Vakainameler: Seymour Hersh’ün makalesi üzerine dünyadan ve Türk...: Pulitzer ödüllü ABD’li gazeteci Seymour Hersh, "The Red Line and The Rat Line" (Kırmızı Hat ve Gizli Hat) adlı makalesinde ...

Seymour Hersh’ün makalesi üzerine dünyadan ve Türkiye’den gelen eleştiriler




Pulitzer ödüllü ABD’li gazeteci Seymour Hersh, "The Red Line and The Rat Line" (Kırmızı Hat ve Gizli Hat) adlı makalesinde Türkiye hükümetinin Suriye’de düzenlenen kimyasal saldırının arkasında olduğu iddiası dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok tartışıldı. Tartışmaya Robert Fisk, Dan Kaszeta, Eliot Higgins, Mete Çubukçu, Cengiz Çandar, Fehim Taştekin, Kadri Gürsel, Deniz Ülke Arıboğan, Ruşen Çakır, Güray Öz, Tolga Tanış, Mustafa Akyol ve Ezgi Başaran da katıldı.

Pulitzer ödüllü ABD’li gazeteci Seymour Hersh, "The Red Line and The Rat Line" (Kırmızı Hat ve Gizli Hat) adlı makalesinde Türkiye hükümetinin Suriye’de düzenlenen kimyasal saldırının arkasında olduğunu yazdı. Bu makale üzerine Türkiye’de olduğu gibi dünyada da epey tartışıldı. ABD’li yetkililerin hem kendi istihbarat birimlerinin topladıkları bilgilerin hem de müttefiklerin topladıkları istihbarat bilgilerinin 21 Ağustos’ta yapılan kimyasal saldırının sadece ve sadece Esad rejimin sorumlu olduğunu dair açıklama yaptı. 

Türkiye’den de Bülent Arınç, Hersh’ün iddialarının külliyen yalan ve iftira olduğunu ve bu konu hakkında  Dışişleri Bakanlığının  gönderdiği bir not olduğunu ve kesinlikle iddiaların doğru olmadığını açıkladı.  
Tartışmaya deneyimli Orta Doğu muhabiri ve Independent yazarı Robert Fisk, Beyaz Saray’da ‘afetlere hazırlık danışmanı’ olarak çalışmış olan ve kimyasal silah uzmanı kabul edilen Dan Kaszeta ve Suriye’deki iç savaş üzerine araştırma yapan İngiliz blog yazarı Eliot Higgins katıldı. Türkiye’de ise Mete Çubukçu, Cengiz Çandar, Fehim Taştekin, Kadri Gürsel, Deniz Ülke Arıboğan, Ruşen Çakır, Güray Öz, Tolga Tanış, Mustafa Akyol ve Ezgi Başaran katıldı. Hersh’ün tezinin doğru olduğunu savunanlar olduğu gibi çürük olduğunu savunanlarda mevcut. Kararsız gazetecilerin çoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz. 

Hersh’ün tezini savunanlar
Seymour Hersh’ün Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İslamcı ve cihatçı gruplar arasında yer alan El Nusra Cephesi'ni desteklediğini ve sarin gazı saldırısının da Türkiye’nin desteği ile bu gruplar tarafından yapıldığını yazması üzerine Robert Fisk’te Şam yakınlarında kullanılan kimyasal malzemenin Suriye rejimin cephaneliğinden bulunmadığını yazdı. Fisk, “Independent Gazetesi Suriye'deki saldırıları soruşturduğunda Rus kaynaklar, kimyasalların Esad'a satılmadığını belirtti. Bunlar Moskova tarafından Libya'daki eski Kaddafi rejimine satılan stoklardan geliyordu” diyor ve Türkiye’nin güneyinde kimyasal madde taşımakla suçlanan 10 El Nusra adamı hakkındaki 130 sayfalık Türk iddianamesine atıf yapıyor. Bu noktada Türkiye ile ilgili şüphelerini dile getiriyor.

Cengiz Çandar ise meslektaşının Vietnam Savaşı’na karşı olan ve 1969’daki Amerikalıların My Lai katliamını, Irak işgali ve ABD’nin İran savaş planlarını ortaya koyan gazetecinin kaynaklarının Pentagon generalleri, İngiliz istihbaratı, Amerika istihbaratı ve siyasetçilerin oluşturduğunu yazıyor. Şimdiki kaynağı ise Çandar’a  göre “İran konusunda olduğu gibi, 'savaşa karşı' olan 'askeri yetkililer' ve onları besleyen istihbaratçılar, Seymour Hersh’ün isim ağırlığını, güvenilirliğini ve yazılarının etkisini bilerek, ona, 'Beyaz Saray’ın önünü kesebilecek' bazı 'bilgiler'i sızdırmış durumdalar.” diyor. Türkiye’nin sari gazı saldırında payı olup olmadığına ise Türkiye’deki bazı devlet birimleri ile el-Kaide’nin Suriye kolu an-Nusra Cephesi arasındaki ilişkiye inanmak da çok güç ve çok rahatsız edici olduğunu ama sanki böyle bir 'gerçekliğin' var olabileceğini yazmış.


Hersh’ün tezinin çürük olduğunu söyleyenler
Dan Kaszeta ise 21 Ağustos’ta düzenlenen saldırıdan kesinlikle Beşar Esad yönetiminin sorumlu olduğunu savunuyor. Saldırıda en az 400 litre sarin gazının kullanıldığını ve bu kadar büyük miktarda sarinin, ciddi bir endüstriyel faaliyetin yanı sıra birçok özel teçhizat ve bilgi gerektiğini ve bu imkanların muhaliflerde olmadığını belirtti. Esad rejiminin Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’ne bu maddenin kendisinde bulunduğunu beyan etmesine iddiasını dayandırıyor.

Eliot Higgins ise Hersh’ün iddiasının “Volkan” olarak bilinen füzelerinin Suriye devleti tarafından 2012’nin sonlarından beri kullandığı yönündeki açık deliller sebebiyle son derece sıkıntılı olduğunu yazdı. Bu füzelerin Ocak 2013, Haziran 2013 ve Ağustos 2013’te rejim kontrolündeki askeri hava üslerinden kullanıldığına dair video ve fotoğrafların mevcut olduğunu yazdı.  Rejim yanlısı Youtube kanallarına ve Facebook sayfalarına, özellikle de Suriye Milli Savunma Kuvvetleri’nin resmi sayfalarına yüklenen videolar Volkan füzelerinin kullanılma alanlarını gösteriyor. 

Star Gazetesi’nden Mustafa Akyol ise Hersh’ün iddialarını uçuk ve gerçek dışı bulduğunu ve gerçek dışı bulmasını AK Parti iktidarının, yüzlerce Suriyeli sivili kasten öldürecek bir zihniyete sahip olmadığını bilmesine bağlıyor.Ayrıca sarin gazının üretiminin kolay bir iş olmadığını ve bunun içinde kimyasal silah tesislerinin olması gerektiğini yazıyor. 

Milliyet Gazetesi’nden Kadri Gürsel ise sarin gazı saldırınsın rejim güçlerinden başkası tarafından düzenlenmiş olamayacağını söyledi. Ne tabloyu doğurmaya yeter miktarda sarin gazı bileşenlerinin muhaliflerin eline geçtiğine, ne de bu güçlerin söz konusu kimyasalları depolama, silah seviyesinde birleştirme ve askeri amaçlı kullanma kapasitesine sahip olduklarına dair, muhtelif kaynaklardan doğrulanmış herhangi bir bilgi mevcuttu diyor.

Deniz Ülke Arıboğan ise Suriye’ye silah taşıyan Tırların yakalanması, Süleyman Şah Türbesi sızıntıları ve bu dönemde twitter ve youtube’nun kapatılması Türkiye ile ilgili soru işaretlerin arttırdığını ve AKP’nin aldığı yanlış kararların bu algıda etkili olduğunu söyledi. Arıboğan’a göre “son ortaya çıkan sızıntılardan da anlaşılabileceği gibi, Türkiye’nin başka ülkelerin sınırları içerisindeki olaylara karışmak, şiddet kullanan örgütlerle haşır neşir olmak, saldırılar planlamak, komplolar kurmak gibi bir potansiyeli yok.” 

 Kararsızlar
Deneyimli gazeteci Mete Çubukçu ise T24’te Türkiye’nin sarin gazı saldırısında “katkı” da bulunup bulunmadığını bilmediklerini ve ellerindeki verilen yeterli olmadığını yazdı. Vietnam ve Irak gibi kirli savaşlarda yapılanların sonradan ortaya çıktığına vurgu yapan Çubukçu, veriler Türkiye’nin böyle bir şey yapmış olabileceğini göstermediğini ama çeşitli vakalar veya Türkiye’nin Suriye politikası doğal olarak farklı soruları akla getirdiğini belirtiyor.

Radikal yazarı Fehim Taştekin ise habere imza atan kişinin saygın kişiliği ve Türkiye’nin istihbarat şefi ‘Suriye’ye girmek için 8 füze attırır, gerekirse Süleyman Şah’ı vururuz’ diyebiliyor olmasaydı umursamayacağını söyledi. Suriye’ye gönderilmiş 2 bin TIR’lık mühimmat itirafı olmasaydı “Geç bunları” diyebileceklerini yazıyor. Ama gerek yazarın daha önce yaptığı haberler ve gerek Türkiye’nin yanlış politikaları Türkiye’yi zor duruma soktuğunu yazıyor. 

Radikal Gazetesi’nden Ezgi Başaran ise Adana’da sarin gazı ile yakalanan El-Nusracılar, Dışişleri Bakanı, Müsteşarı, Orgeneral ve MİT Müsteşarı'nın Suriye ile ilgili toplantısının dinleme kayıtları ve Türkiye’nin Suriye politikası haberin doğruluğuna kanıt olarak yetersiz olduğunu ve  Hersh’ün kaynaklarının isim vermemesin de bir sorun olduğunu yazıyor. Hersh’ün iddiasının doğruluğundan şüphe duyduğunu ama yürüttüğü aklın uçuk olmadığını söylüyor.

Ruşen Çakır ise Hersh’ün çok sağlam bir gazeteci olduğunu ve bir haberin altında onun imzası var ise burun kıvırmanın bir anlamı olmadığını belirtiyor. Yazılarında iki senaryoya değiniyor: Birinci senaryo Ankara, o kimyasal saldırıya bulaştı. Bunun farkında olan Amerikan yönetimi, stratejik açıdan bir dizi konuda işbirliği içinde olduğu Türkiye'yi kaybetmemek için, olaydan sorumlu gördüğü Başbakan R. Tayyip Erdoğan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a karşı, nihai amacı tasfiye olan bir yıpratma süreci başlattı; İkinci ise Ankara'nın hiçbir alakası olmamasına rağmen başka nedenlerle Erdoğan ve Fidan'dan kurtulmak isteyen Washington yönetiminin, onları yıpratmak uğruna böyle spekülasyonların dolaşıma girmesine izin verdiğini, hatta bunu teşvik ettiğini yazıyor.

Cumhuriyet Gazetesi’nden Güray Öz ise Hersh’ün, Erdoğan (Mayıs 2013’te Washington’dan) eli boş ayrılmadı. Obama, Amerikan başkanlığı kararı ile İran’a altın ithalatı engelinden ve uygulanan yaptırımlardan doğan fırsatı, Türkiye’nin çıkarına kullanmasına hâlâ izin veriyordu söyleminden yolsuzluk ve rüşvet konularına değiniyor. 

Hürriyet Gazetesi yazarı Tolga Tanış ise Hersh’ün iddialarının somut bilgilere dayanmadığını vurgularken, Washington’da en sağlam kaynaklara sahip gazeteci olduğunu ve Amerikalıların Vietnam’da yaptıkları My Lai (1969) katliamı ve Irak’taki Ebu Garip Cezaevi’nde (2004) işledikleri işkence suçlarını ortaya çıkaran gazeteci olduğunun unutulmaması gerektiğini vurguluyor. Hersh’ün iddialarını bu kadar açık bir şekilde yalanlanması, haberini doğru olma ihtimalinin yok olmadığını ama az somut kanıt göstermekten ziyade akıl yürütmeye dayandığını belirtiyor.