Osmanlı’dan Türkiye’ye gelen aydın
tipolojisi
“Bugün olduğu gibi dün de
Türkiye’de düşünce hayatı devletin istediği, olmasından yarar umduğu, olmasıyla
devletin işleyişine katkıda bulunan bir düşünce hayatıdır.”
(İsmet Özel)
Türkiye’deki
düşünce hayatını anlayabilmek için Osmanlı ve Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişteki
zaman dilimine bakmak gerek. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye
Cumhuriyeti farklı denilse de, düşünce hayatı ve devlete olan biat özellikleri
birbirine çok benzerdir.
Osmanlı’ya
baktığımızda aydın dediğimiz kesim genellikle saray, medrese, tekke ve Ulema
’da yetişiyordu. Burada yetişen aydın tipine ise “münevver” deniliyordu. Bu
münevver kavramı batıda kullanılan aydın kavramını karşılamıyordu. Keza
Türkiye’de kullanılan aydın kavramı da batıda kullanılan kavram ile aynı anlamı
karşılamıyor. Batı’daki aydın, tam anlamıyla
bilgi birikimiyle donanmış, toplumun etkisinden bağımsız ve bu bilgileri
başkalarının etkisinde kalmadan cesaret ile söyleyebilmesidir. Osmanlı’daki
aydınlar ise kendini devletten ve devlet düşüncesinden soyutlayamamış.
Padişahın ve Osmanlı’nın etkisini üzerlerinden atamamışlar. Kant’ın aydınlanmış
insanından bu acıdan uzak duruyor. Bunun temel nedeni yetişen “aydın tipi”
devlete biat etmesi ve devletten farklı düşünememesi. İsmet Özel Batı’daki ve
Osmanlı’daki aydın kavramını şöyle açıklamaktadır: “Rahip siyasi otoriteden bağımsız ve sosyal hayat üzerinde etkili, söz
sahibi kiliseye mensuptu; dolasıyla devletle yarışmayı, halkın devletle olan
ilişkilerine yön vermeyi mümkün kılan bir konuma sahipti. Müftü ve müderris ise
Fatih devrinden bu yana bir çok şair ve ediple birlikle Ulemay-ı Rüsum
içindeydi. Yani Türk aydının ceddi devletten para alan, devletin beslediği bir
tabakadan başka bir şey değildi.”
İsmet
Özel’in değindiği tabaka aynen Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiştir. Diyanet İşleri
Başkanlığı o dönemdeki ulemadan pek farklı değil. Nasıl ki ulema sınıfı o dönem
için Osmanlı’ya bağlı bir memur sınıfı ise, bugün de diyanet ve diyanetin
imamları Türkiye için aynı anlamı ifade ediyor. Osmanlı’daki ulema padişaha
bağlı olması ve padişahtan farklı düşünememesi veya farklı fetva verememesi,
İslam’ın Osmanlı’ya bağlanmasına neden oldu. Yetişecek tüm aydın tipinin Osmanlı’nın
etkisi altına girmesi demekti bu. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişte her ne kadar
tekke ve medreseler kapatılsa da diyanet ile bu bağlılık devam etti ve ediyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasındaki belki de tek neden İslam’ı
devletin kontrolünde tutmak ve “devlet ideolojisini” halka benimsetmek. Elbette
ki Osmanlı’da olduğu gibi Türkiye’de resmi ve resmi olmayan İslam var.
Türkiye’de resmi İslam’ın dışında gelişen akımlar da var. Fakat ne kadar devlet
ideolojisinden veya devletten farklı olduğu da soru işaretidir. Türkiye’deki
aydın tipi ne devlet kavramından nede Türklük kavramından vazgeçebilmiştir.
Elbette ki bu İttihat ve Terakki kadronun getirdiği bir sonuçtur. Burada ele
aldığım aydın tipi sadece sağ jenerasyon için geçerli değildir. Sol için de bu
söylemin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar toplumdan ve sağ
jenerasyondan farklı şeyler söyleseler bile, “bağımsız Türkiye” kavramından,
devletin varlığından asla vazgeçilemiyor. Sanki devletin olmadığı bir yerde
düşüncelerinin boşlukta kalabileceğini veya devlet olmadan kendilerinin de bir
anlamının olmadığını düşünüyorlar.
Osmanlı’dan
Türkiye Cumhuriyet’ine geçişine baktığımızda ise yine durum pek farklı değil.
Her ne kadar Genç Osmanlılar ve Jön Türkler Avrupa’da eğitim alsalar bile,
devletten bağımsız düşünmüyor. Tanzimat dönemindeki aydın tipi ile Cumhuriyet
dönemine geçişini sağlayan aydın tipi her ne kadar Osmanlı’ya karşı olsalar da
amaç yine devlete biat etmektir.
Tanzimat’ta Osmanlı’nın eğitim sistemi değişse bile aydın tipi değişmemiştir. Şerif Mardin’in söylemiyle: “ Tanzimat’ta “alim” in yerine, giderek
“muallim” in yönettiği bir eğitim yaratılmıştır.” Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve
daha bir çok aydın tipi bu dönemde milliyetçi fikirlerden beslenmiş, devlet
sistemini koruma amaçlı devleti nasıl yaşatabiliriz söyleminin içine
girmişlerdir.
Cumhuriyet
dönemine baktığımızda ise, her ne kadar eğitim kurumları değişse, yönetim ve
rejim değişse de aydın tipi hiç değişmemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ziya
Gökalp’ın fikri ile Diyanet İşleri Bakanlığı kurulması, Halkevlerinin açılması,
Türk Tarih Kurumu ve yeni eğitim sisteminin tek bir amacı vardı. Yetişecek yeni
neslin, devlet, Türklük ve resmi İslam dışında kalan alanlarla uğraşılmasını
bir anlamda yasaklanması idi. Diyanet İşleri’ne bağlı olan imamlar zaten her
hanenin içine nüfuz edebilecek ve yönlendirebilecek güçtedir. İnsanlar her gün
resmi İslam ile devlet söylemine maruz kalıyor. Sonuç olarak koşullar böyle
iken toplumda yetişecek aydın ile pek karşılaşamıyoruz. Aydın kesiminin
yetişmesinde görev alan eğitim kurumlarından da durum hiç iç açıcı değil.
İlköğretim ve lisede yetişen tüm öğrenciler, Türklük, resmi İslam ve Kemalizm
eğitimlerine maruz kalıyor. Bu eğitimi altı yaşından on sekiz yaşına kadar alan
insanların durumunu düşünmek gerek. Türkiye’de neden aydın yetişmediği ve neden
devletten farklı bir söylem içine girilmediği o zaman çok net anlaşılır.
Aydın
kesiminin yetişmesinde rol alan üniversitelere baktığımız da ise giderek bir
çöküşün olduğunu görmekteyiz. Neo-liberal bir politikanın sonucu olarak
üniversitelerde anlamlarını yitirmeye başladılar. Üniversitelerde öğrencilere
“müşteri” olarak bakılması sorunun temel
kaynağıdır. Üniversiteler tam anlamı ile ticarethaneye dönüştü. Üniversiteler
aydın yetiştirmesi gerekirken piyasaya eleman yetiştiriyor. Bugün birçok
üniversite şirketlerle yaptığı anlaşmalarla övünüyor. Üniversiteler daha fazla
kar elde etmek için bölümlerin parçalandığını görüyoruz. Üniversitelerde oluşan
bölümleşme yani bilimlerin disiplinler olarak birbirinden koparak bölümleşmesi,
“dar alanda uzmanlaşma” yı getiriyor. Aydın diye nitelendirdiğimiz kişi donamlı
olması ve ayrıca her konuda söz sahibi olması gerek. Fakat üniversitelerde
yaşanan bu sorunlar, dar alanda uzmanlaşma getiriyor. Bu aydın olmanın önündeki
engellerden biridir.
Sonuç
olarak; Osmanlı’daki aydın tipi genellikle saray, medrese, tekke ve ulema da yetişiyordu.
Fakat belli bir süreden sonra İslam’ın ve Ulema’ nın padişahın egemenliği
altına girmesi sonucu devletten farklı düşünmeyen bir aydın tipi ile
karşılaşmamıza sebep oluyor. Aslında Osmanlı’da aydınlar bir anlamda memur gibi
idiler. Devletten maaş alan ve ona biat eden bir aydın tipi kurulmuştu.
Tanzimat’ta ise her ne kadar yönetime karşı olsalar da devlet kavramından asla
vazgeçememişler. Devlettin olmaması gibi bir şey söz konusu değildi. Türkiye’ye
geçtiğimizde ise yeni rejim, yeni eğitim ve yeni bir fikir var. Fakat buradaki
aydının görevi ise devlete bağlılık ve bu yeni oluşan sistemde Kemalizm, resmi
İslam ve Türklüğü millete benimsetmek ve aşılamak. Türkiye’deki eğitim sistemi
sadece Türklüğü, Kemalizm’i ve resmi İslam’ı öğretiyor. Bugünkü üniversitelerin
hali gözler önünde. Türkiye’de aydın yetişmemesinin nedenleri gözler önünde.
Eğer ki bir aydın kesimi var ise bu da devletten bağımsız düşünemiyor.
Yazan: Şafii ÇELİK