21 Kasım 2012 Çarşamba

Osmanlı'dan Türkiye'ye gelen aydın tipolojisi


Osmanlı’dan Türkiye’ye gelen aydın tipolojisi

“Bugün olduğu gibi dün de Türkiye’de düşünce hayatı devletin istediği, olmasından yarar umduğu, olmasıyla devletin işleyişine katkıda bulunan bir düşünce hayatıdır.”

(İsmet Özel)

Türkiye’deki düşünce hayatını anlayabilmek için Osmanlı ve Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişteki zaman dilimine bakmak gerek. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti farklı denilse de, düşünce hayatı ve devlete olan biat özellikleri birbirine çok benzerdir.

Osmanlı’ya baktığımızda aydın dediğimiz kesim genellikle saray, medrese, tekke ve Ulema ’da yetişiyordu. Burada yetişen aydın tipine ise “münevver” deniliyordu. Bu münevver kavramı batıda kullanılan aydın kavramını karşılamıyordu. Keza Türkiye’de kullanılan aydın kavramı da batıda kullanılan kavram ile aynı anlamı karşılamıyor.  Batı’daki aydın, tam anlamıyla bilgi birikimiyle donanmış, toplumun etkisinden bağımsız ve bu bilgileri başkalarının etkisinde kalmadan cesaret ile söyleyebilmesidir. Osmanlı’daki aydınlar ise kendini devletten ve devlet düşüncesinden soyutlayamamış. Padişahın ve Osmanlı’nın etkisini üzerlerinden atamamışlar. Kant’ın aydınlanmış insanından bu acıdan uzak duruyor. Bunun temel nedeni yetişen “aydın tipi” devlete biat etmesi ve devletten farklı düşünememesi. İsmet Özel Batı’daki ve Osmanlı’daki aydın kavramını şöyle açıklamaktadır: “Rahip siyasi otoriteden bağımsız ve sosyal hayat üzerinde etkili, söz sahibi kiliseye mensuptu; dolasıyla devletle yarışmayı, halkın devletle olan ilişkilerine yön vermeyi mümkün kılan bir konuma sahipti. Müftü ve müderris ise Fatih devrinden bu yana bir çok şair ve ediple birlikle Ulemay-ı Rüsum içindeydi. Yani Türk aydının ceddi devletten para alan, devletin beslediği bir tabakadan başka bir şey değildi.”

İsmet Özel’in değindiği tabaka aynen Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı o dönemdeki ulemadan pek farklı değil. Nasıl ki ulema sınıfı o dönem için Osmanlı’ya bağlı bir memur sınıfı ise, bugün de diyanet ve diyanetin imamları Türkiye için aynı anlamı ifade ediyor. Osmanlı’daki ulema padişaha bağlı olması ve padişahtan farklı düşünememesi veya farklı fetva verememesi, İslam’ın Osmanlı’ya bağlanmasına neden oldu. Yetişecek tüm aydın tipinin Osmanlı’nın etkisi altına girmesi demekti bu. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişte her ne kadar tekke ve medreseler kapatılsa da diyanet ile bu bağlılık devam etti ve ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasındaki belki de tek neden İslam’ı devletin kontrolünde tutmak ve “devlet ideolojisini” halka benimsetmek. Elbette ki Osmanlı’da olduğu gibi Türkiye’de resmi ve resmi olmayan İslam var. Türkiye’de resmi İslam’ın dışında gelişen akımlar da var. Fakat ne kadar devlet ideolojisinden veya devletten farklı olduğu da soru işaretidir. Türkiye’deki aydın tipi ne devlet kavramından nede Türklük kavramından vazgeçebilmiştir. Elbette ki bu İttihat ve Terakki kadronun getirdiği bir sonuçtur. Burada ele aldığım aydın tipi sadece sağ jenerasyon için geçerli değildir. Sol için de bu söylemin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar toplumdan ve sağ jenerasyondan farklı şeyler söyleseler bile, “bağımsız Türkiye” kavramından, devletin varlığından asla vazgeçilemiyor. Sanki devletin olmadığı bir yerde düşüncelerinin boşlukta kalabileceğini veya devlet olmadan kendilerinin de bir anlamının olmadığını düşünüyorlar.

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyet’ine geçişine baktığımızda ise yine durum pek farklı değil. Her ne kadar Genç Osmanlılar ve Jön Türkler Avrupa’da eğitim alsalar bile, devletten bağımsız düşünmüyor. Tanzimat dönemindeki aydın tipi ile Cumhuriyet dönemine geçişini sağlayan aydın tipi her ne kadar Osmanlı’ya karşı olsalar da amaç yine  devlete biat etmektir. Tanzimat’ta Osmanlı’nın eğitim sistemi değişse bile aydın tipi değişmemiştir.  Şerif Mardin’in söylemiyle: “ Tanzimat’ta “alim” in yerine, giderek “muallim” in yönettiği bir eğitim yaratılmıştır.”  Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve daha bir çok aydın tipi bu dönemde milliyetçi fikirlerden beslenmiş, devlet sistemini koruma amaçlı devleti nasıl yaşatabiliriz söyleminin içine girmişlerdir.

Cumhuriyet dönemine baktığımızda ise, her ne kadar eğitim kurumları değişse, yönetim ve rejim değişse de aydın tipi hiç değişmemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ziya Gökalp’ın fikri ile Diyanet İşleri Bakanlığı kurulması, Halkevlerinin açılması, Türk Tarih Kurumu ve yeni eğitim sisteminin tek bir amacı vardı. Yetişecek yeni neslin, devlet, Türklük ve resmi İslam dışında kalan alanlarla uğraşılmasını bir anlamda yasaklanması idi. Diyanet İşleri’ne bağlı olan imamlar zaten her hanenin içine nüfuz edebilecek ve yönlendirebilecek güçtedir. İnsanlar her gün resmi İslam ile devlet söylemine maruz kalıyor. Sonuç olarak koşullar böyle iken toplumda yetişecek aydın ile pek karşılaşamıyoruz. Aydın kesiminin yetişmesinde görev alan eğitim kurumlarından da durum hiç iç açıcı değil. İlköğretim ve lisede yetişen tüm öğrenciler, Türklük, resmi İslam ve Kemalizm eğitimlerine maruz kalıyor. Bu eğitimi altı yaşından on sekiz yaşına kadar alan insanların durumunu düşünmek gerek. Türkiye’de neden aydın yetişmediği ve neden devletten farklı bir söylem içine girilmediği o zaman çok net anlaşılır.

Aydın kesiminin yetişmesinde rol alan üniversitelere baktığımız da ise giderek bir çöküşün olduğunu görmekteyiz. Neo-liberal bir politikanın sonucu olarak üniversitelerde anlamlarını yitirmeye başladılar. Üniversitelerde öğrencilere “müşteri” olarak  bakılması sorunun temel kaynağıdır. Üniversiteler tam anlamı ile ticarethaneye dönüştü. Üniversiteler aydın yetiştirmesi gerekirken piyasaya eleman yetiştiriyor. Bugün birçok üniversite şirketlerle yaptığı anlaşmalarla övünüyor. Üniversiteler daha fazla kar elde etmek için bölümlerin parçalandığını görüyoruz. Üniversitelerde oluşan bölümleşme yani bilimlerin disiplinler olarak birbirinden koparak bölümleşmesi, “dar alanda uzmanlaşma” yı getiriyor. Aydın diye nitelendirdiğimiz kişi donamlı olması ve ayrıca her konuda söz sahibi olması gerek. Fakat üniversitelerde yaşanan bu sorunlar, dar alanda uzmanlaşma getiriyor. Bu aydın olmanın önündeki engellerden biridir.

Sonuç olarak; Osmanlı’daki aydın tipi genellikle saray, medrese, tekke ve ulema da yetişiyordu. Fakat belli bir süreden sonra İslam’ın ve Ulema’ nın padişahın egemenliği altına girmesi sonucu devletten farklı düşünmeyen bir aydın tipi ile karşılaşmamıza sebep oluyor. Aslında Osmanlı’da aydınlar bir anlamda memur gibi idiler. Devletten maaş alan ve ona biat eden bir aydın tipi kurulmuştu. Tanzimat’ta ise her ne kadar yönetime karşı olsalar da devlet kavramından asla vazgeçememişler. Devlettin olmaması gibi bir şey söz konusu değildi. Türkiye’ye geçtiğimizde ise yeni rejim, yeni eğitim ve yeni bir fikir var. Fakat buradaki aydının görevi ise devlete bağlılık ve bu yeni oluşan sistemde Kemalizm, resmi İslam ve Türklüğü millete benimsetmek ve aşılamak. Türkiye’deki eğitim sistemi sadece Türklüğü, Kemalizm’i ve resmi İslam’ı öğretiyor. Bugünkü üniversitelerin hali gözler önünde. Türkiye’de aydın yetişmemesinin nedenleri gözler önünde. Eğer ki bir aydın kesimi var ise bu da devletten bağımsız düşünemiyor.
Yazan: Şafii ÇELİK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder