29 Ocak 2014 Çarşamba

Gezi’de LGBT hareketi





Şevval Kılıç: Kürt özgürlük hareketinden sonra Türkiye’de en güçlü ve umut veren hareketin LGBT olduğunu, Gezi eylemleri ile birlikte devletin ve ana akım medyanın toplumun bir kesimine enjekte etmeye çalıştığı 'sorunlu ve öteki' olgusunu kırdıklarını belirtti

Gezi Parkı eylemleri LGBT'liler için bir milat olduğunu söyleyen Şevval Kılıç, devletin ve ana akım

medyanın toplumun bir kesimine enjekte etmeye çalıştığı 'sorunlu ve öteki' olgusunu Gezi sürecinde kırdıklarını belirtti. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Gezi Parkı ve LGBTİ

söyleşinde vicdani retçi Mehmet Tarhan ve trans/aktivist Şevval Kılıç katıldı. Kılıç: “Gezi’de sandığımız kadar azınlık olmadığımızı ve omuz omuza verdiğimiz de birçok şeyi yapabileceğimizi” söyledi.

LGBT hareketinin yirmi yıldır mücadele ettiğini ve bu mücadeleyi Kürt, sol, feminist ve çevreci hareketlerle birlikte yürüttüğünü söyleyen Kılıç, Gezi eylemleri ile birlikte bu hareket görünür olmaktan çıkıp öncü olmaya doğru ilerlediğini belirtti.

Bir trans kadın olarak toplumda güven sorunun olduğuna değinen Kılıç, kendisinin Gezi eylemleri sırasında güvensizlik duygusunu kırdığını söyle anlatıyor: “1 Haziran 2013 tarihinde iki gaz bulutu arasında kaldım. O gazları dolu dolu yutmak zorunda kaldım. Gazın etkisi ile gözlerim kapandı. İstiklal Caddesi olduğunu tahmin ettiğim bir tarafı belirledim ve o yöne doğru depar attım. Gözlerim kapalı bir şekilde koşuyordum. Bu insanlar için hiçbir şey ifade etmeyebilir ama bir trans için çok şey ifade ediyor. Bu hayatımın dönüm noktalarından biriydi. Bir ara ayağım takıldı ve düşmek üzereyken birisi beni tuttu.” Bir trans kadının orda bulunan her kim ise onlara güvenerek gözleri kapalı bir şekilde koşmak ayrı bir duygu ve güven. Trans olan ile trans olmayanın yaşadığı duygunun farklı olduğunu ve bu yüzden Gezi’deki gözü kapalı bir şekilde koşmanın getirdiği güven, hayatının bir dönüm noktası haline geldi.
 

Kürt özgürlük hareketinden sonra Türkiye’de en güçlü ve umut veren hareketin LGBT olduğunu söyleyen Kılıç, CHP, BDP ve diğer siyasi partilerin bu konuyu gündemlerine alması hareketin artık turnusol kâğıdı görevi gördüğünü gösteriyor. Gezi eylemlerinden sonraki onur gününde 50 bin kişi yürüdüğünü ve ileriki dönemlerde muhafazakar eşcinsellerin ve ulusalcı transların da örgütleneceğini belirten Kılıç, LGBT’nin artık homojen olmadığını belirtti. Ülkücü LGBT’nin kurulması buna bir örnek.
Vicdani retçi Mehmet Tarhan LGBT ilk yıllarda hedefi ne yalnız ne de yanlış olduğunu görebileceği ve temas edebileceği kişileri bulmaktı. Gündelik hayattaki şiddet onlar için bir dertti.  En önemli dertleri ise birbirini bulamamaktı. Gündelik ilişkileri geliştirebilecek ve doğrudan temas kurabilecek insanları arıyorlardı. Tarhan, LGBT hareketinin genişlemesinde siyasi ikliminde etkisi olduğunu söyledi. Özellikle çatışmasızlık dönemi ve Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra Kürt kadın hareketi, Türk kadın hareketi ve LGBT hareketinde bir genişlemenin olduğunu ve bunun temel nedeninin de yoğun çatışmaların olmadığı bir ortamda demokrat muhalif kesimlerin iletişim kurmada yaşadığı rahatlığa bağladı. 
 

Tarhan, LGBT hareketi görünür olmak ve taleplerini dillendirmek için 2000’lerin sonların doğru kurumsallaşmaya başladı. Avrupa Birliği’nin çalışmaları ve reformlar sürecinde LGBT hareketi yararlandı. Kurumsal olarak resmi görünürlük elde etmesi ile beraber bir çok çalışmaya dahil oldular. 2007 Özbudun Anayasa taslağı ile kurulan bütün anayasa çalışmalarına kaldılar. Hukuki talepleri olan resmi haklar isteyen kurumlar haline geldi. Pek çok alanda taleplerini yükselttiler.
LGBT hareketi, Gezi eylemlerinde görünür ve var olma problemini kırdı. Tarhan, hareketin Gezi’de meşruiyet alanı açtığını söyleyerek; Gezi üzerinde yapacağınız bir etkinlik, konferans veya çalışmada LGBT artık bir case(durum/dava) tir. Siyasi partiler acısında da bu böyle.  Tarhan, özellikle anayasa da bir tıkanma oluşturabilecek bir güçte olduğunu belirtti.


27 Ocak 2014 Pazartesi

Ciner: Çay ocağından Kasımpaşa’ya uzanan yol

Kasımpaşa Spor’u satın alarak holdigine bir de futbol kulübü katan Turgay Ciner’in iş adamlığı serüveni

Hopa’dan Beşiktaş’a, Beşiktaş’tan Kasımpaşa’ya; çay ocağından iş adamlığına uzanan bir hayat! 1956 Hopa doğumlu Turgay Ciner’in hayatı, nasıl bu kadar kısa sürede değişti? Onu diğer çaycılardan farklı kılan neydi? Aslında temel soru burada başlıyor. Okul yıllarında çay ocaklarında çıraklık yapan, üniversite yıllarında Talimhane’de açtığı küçücük bir dükkânla oto yedek parça ticaretine başlayan Ciner, 7 Mart 1978’de Park Grubu’nu kurdu.

Kaçakçılık suçlamasından iş adamlığına
Turgay Ciner ve kardeşi Tuncer Ciner hakkında Almanya’dan çok sayıda Mercedes otomobili yurda kaçak soktukları gerekçesiyle 1995 ve 1998 yıllarında “Teşekkül Halinde Kaçakçılık”suçlaması ile birkaç ayrı dava açıldı. Dava konusu kaçakçılık olayının izleri 1984 yılına kadar uzanıyordu. Ciner, 1988 yılında Anadolu Endüstri Holding’in ortaklarından Osman Yazıcı ile birlikte Yazeks’i kurdu. Anadolu Endüstri’nin Irak’taki taahhüt işlerini devraldı ve 1990 yılına kadar bu ülkede anahtar teslim işler yaptı. Körfez Krizi’nin ardından Rus pazarına yöneldi.Özbekistan’da devlet için anahtar teslim entegre tekstil fabrikaları kurmaya başladı.
Ciner’in HAVAŞ’ı 1995 yılında özelleştirme ihalesinden alması pek çok soruyu beraberinde getirdi. İhaleye en yüksek teklifi, 100 milyon dolarla, “Kumarhaneler Kralı" olarak tanınan ve sonradan Susurluk kontrgerillasının cinayetine kurban giden Ömer Lütfü Topal verdi. Turgay Ciner ise 36 milyon dolarla HAVAŞ’ın ihalesini aldı. İddialara göre o dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, Topal’ın İnterpol tarafından arandığını basına sızdıran ve Topal’ın ihaleden çektirilmesine neden olan isimdi. HAVAŞ’ın alınmasından sonra Mehmet Ağar’ın kardeşiYunus Ağar, HAVAŞ’ta görev aldı ve daha sonra da Park Holding’in Genel Koordinatörlügüne kadar yükseldi. Ömer Lütfü Topal’ın öldürülmesi davasında ise Bodrum’da bir arsa anlaşmazlığı nedeniyle Ciner tarafından ayağından vurdurulduğunu iddia eden Ersin Ortaç, “Topal cinayetinde Ciner’in aktif olarak rol aldığını” öne sürmüştü.

Medya patronu oldu
Ciner, yıllar sonra. Haziran 1997’de, 4 milyon dolar karşılığında memleketi olan Hopa’nın Limanı’nı da otuz yıllığına kiraladı. Önü açılan Ciner daha sonra madencilik, otelcilik, elektrik ve medya alalarına da el attı. 2002’den itibaren Sabah-ATV Grubu’nun sahibi Dinç Bilgin’le kurduğu ortaklıklarla da Ciner’in medya macerası başladı. TMSF’nin gruba el koymasından sonra Sabah ve ATV’nin imtiyaz haklarını Bilgin’den kiraladıktan sonra da Ciner “medya patronluğu” dönemi başladı. Ancak daha sonra, Dinç Bilgin tarafından TMSF’ye ulaştırılan belgeler nedeniyle TMSF 1 Nisan 2007’de tekrar Sabah-ATV Grubu’na el koydu. Medya sahibi olmanın avantajlı bir durumu olduğu Türkiye’de medya patronluğunu kafasına koyan Turgay Ciner, 1999 yılında Ufuk Güldemir tarafından kurulan bir haber sitesiyle yayın hayatına başlayan ve televizyon yayıncılığıyla devam eden Habertürk’ü aynı yıl 35 milyon dolara satın aldı. Nisan 2009’da ise Habertürk gazetesi yayın hayatına başladı.
Ciner Yayın Grubu, Ciner Yayın Holding olarak; Gazete Habertürk, Ciner Medya Yatırımları, Ciner Gazete Dergi (dergi yayıncılığı), Habertürk Gazetecilik ve Matbaacılık, C Yapım Filmcilik, GD Gazete Dergi (dergi yayıncılığı) gibi medya şirketlerine sahip olmasının yanında Habertürk TV, Show TV, Bloomberg HT ve bu kanalların radyosunu da elinde tutuyor. Enerji ve Madencilik  ise, Park Termik, Park Teknik, Eti Soda, Park Enerji, Park Elektrik, Silopi Elektrik Üretim, Park Toptan Elektrik Enerjisi Satış, Park Maden ve Riotur ise holdingin diğer şirketleri. Ticaret, sanayi ve hizmet sektörlerinde Park Holding, ETİ Hava Taşımacılığı A.Ş., Park Tıp Sağlık, Havaş, Larespark Hotel, Park Denizcilik, Denmar, Park Sigorta, Park Cam, Ciner Denizcilik, Ciner Gemi, Lares Turizm’e de sahip olan grubun adı ayrıca Türkiye’de kurulacak nükleer santral ihalelerinde de sıkça geçiyor. 

Başbakana yakınlık
Ciner Grubu’nun Başbakan Tayyip Erdoğan’a yakınlığı konusundaki söylentiler de oldukça yaygın. Turgay Ciner’e ait Eti Soda’nın 2009’da faaliyete geçirdiği Beypazarı soda külü tesislerini bizzat Başbakan’ın canlı yayınlanan bir törenle açması halen hafızalarda. Bunun yanında Başbakan’ın gözbebeği kabul edilen Kasımpaşa Spor Kulübü’nü 2012’de satın alması da bu yakınlığın bir göstergesi sayılıyor.
Turgay Ciner’in iş hayatında hızlı ilerlemesinin en önemli nedeni hükümetlerle iyi geçinmesinde görülüyor. Özal döneminde kardeşinin bağlantıları ile 1990’larda ise Mehmet Ağar ve MİT sayesinde ayakta kaldığı iddia ediliyor. Ecevit döneminde bu kez kayınpederi Hüsamettin Özkan, Ciner’in arkasındaki güç olarak ön plana çıkıyor. AKP dönemimde ise medya alanındaki faaliyetleriyle hükümetin tam desteğini aldığı iddia ediliyor.
Turgay Ciner, 1996’da Klassis Oteller’in sahibi Ahmet Hamoğulu, Zafer Yıldırım ve İhsan Kalkavan’la Beşiktaş Yönetim Kurulu’na girdi. Aynı yıl Başkan Süleyman Seba’yı devirmek isteyince Turgay Ciner’in verdiği destekler yani paraları, iade edilerek Beşiktaş camiasıyla bağları koparıldı. Aradan on altı yıl geçtikten sonra artık Türkiye’nin en büyükleri arasına giren Ciner Grubu’nun sahibi Turgay Ciner, 2012’de Beşiktaş’ın yönetiminde birlikte görev aldığı İstinye Park’ın ortaklarından Zafer Yıldırım ve İhsan Kalkavan’la birlikte bu kez Kasımpaşa Spor’u satın aldı. Kulübün yönetiminde görev alan diğer isimler ise Mübariz Mansimov Gurbanoğlu, UCZ Mağazacılık şirketinin sahibi, ABD’nin El Kaide örgütüyle bağlantısı olduğu iddiasıyla malvarlığını doldurduğu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ise “Kefilim” dediği Arap işadamı Yasin El Kadı’nın eski ortağı olan Mehmet Fatih Saraç yer alıyor. Reklamcı Yiğit Şardan, Eski Başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın kardeşi Turgut Yılmaz ve Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan da Kasımpaşa Spor kulübünün dikkat çeken diğer yöneticileri. 


Habervesaire: http://www.habervesaire.com/news/ciner-cay-ocagindan-kasimpasa-ya-uzanan-yol-2635.html

23 Ocak 2014 Perşembe

Yazılar ve Vakainameler: Vogue, Âlâ ve Cosmopolitan Dergilerin semiyolojik ...

Yazılar ve Vakainameler: Vogue, Âlâ ve Cosmopolitan Dergilerin semiyolojik ...: VOGUE 2012 Nisan Sayısı Roland Barthes’in kuramına baktığımız zaman bazı kavramlarla karşılaşmaktayız. Özellikle Barthes, Semiyoloj...

Vogue, Âlâ ve Cosmopolitan Dergilerin semiyolojik açıdan incelenmesi




VOGUE 2012 Nisan Sayısı
Roland Barthes’in kuramına baktığımız zaman bazı kavramlarla karşılaşmaktayız. Özellikle Barthes, Semiyoloji’nin işaretlere ve kodlara atıf ettiğini söylemekte. Bu kodlar ve işaretler evrensel değilse; tarihsel, kültürel ve sosyal kavramlardır.
Vogue Dergisi’nin 2012 Nisan sayısını bazı kavramlar (Sing, Proces of Signification, Signifier, Signified, Myth, Donatation,conatation)  çerçevesinde inceleyeceğiz.İlk olarak kapağa baktığımız zaman bir kadın fotoğrafını görmekteyiz. Kadının giydiği kırmızı pantolon ve dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj bir anlamda Signifier’i (işaret eden) göstermektedir. Kırmızı pantolon ve dudaklar bir anlamda tutku ve şehveti Sing’ i(ifade etme) göstermektedir. Kadının giydiği siyah büstiyer, saçlarının ve kirpiklerin siyah olması bir ahenk içinde gizemli hale gelmiştir. Bu da kadının çekiciliğini daha da ön plana itmiştir. Kadının ellerini başının arkasına bağlaması, göğüs dekoltesini ve koltuk altlarını daha rahat görünmesini sağlamıştır. Aslında bu da tutku ve şehveti özellikle bireyde cinsel isteğini uyandırmıştır.Kadının arkasında kırmız fon kullanılması, kadının bize cinsel obje obje olarak vermiştir.
Diğer yandan derginin kapak yazılarına baktığımızda “dekolteye özel bakım”, “modanın en seksi kadını”, “fit olun” ve  “cesur bahar” gibi başlıklar kadınlara yönelik atılmıştır. Böylece, derginin kadınlara yönelik olduğunu ve ayrıca kadınların daha cesur giyinmeleri bu giyinmenin seksi ve çekici olması gerektiğini fikrini aşılıyor.
Barhes’e göre Semiyolojiyi anlatırken ideolojiye de yer vermektedir. Signification,Semiyoloji’nin bir parçasıdır,Myth ise ideolojinin bir parçasıdır. Bu doğrultuda baktığımız zaman, kadının bir seks objesi olarak kullanılması bir anlamda tüketimi ve kapitalizmi çağrışmaktadır. Özellikle değişen modaya ayak uydurmak ve seksi kalmak bir anlamda kapitalizmin kadınla üzerinde etkili olmak istediği konulardır. Barthes’in Semiyoloji elementlerine baktığımızda ise her ne kadar doğal olarak algıladığımız (Donatation) kadın fotoğrafı var ise bunun altın ciddi bir anlam (Conatation ve Process of Signification) vardır.

ÂLÂ 2012 Mayıs Sayısı
Son zamanlarda yayımlanmaya başlanan Âlâ Dergisi incelenmeye değerdir. Yine Barthes’in kuramı ve kavramlarıyla inceleyeceğiz.  Yine bir kadın fotoğrafı kullanılmıştır. Vogue Dergisi’nde paylaşılan kadın fotoğrafı ile buradaki paylaşılan kadın fotoğrafı farklı kesimlerdeki kadınlara hitap etmektedir. Özellikle kadının, beyaz gelinlik giymesi ve yüzündeki parlaklık bir anlamda dini (İslami) belirtidir. Buradaki beyazlık, Signifier yani işaret eden, temiz ve saf olması Signified yani işaret edilendir. Sing olarak, beyaz saf ve temizi ifade etme işaretidir. Gelinlik, muhafazakar ve İslami kesim için bir nevi alıcıdır. Yalnız gelinliğin sıradan bir gelinlik olmaması, taş ve pırlantalarla bezenmesi bir anlamda üst sınıfa hitap ettiğini göstermektedir.
Kapaktaki yazıları incelediğimiz zaman “Faruk Aksoy 1453”, “Murat Göğebakan”,” Âlâ” gibi yazılar da İslami hassasiyeti barındırıyor. Özellikle “Hanımefendilerin dergisi” denmesi, bu dergiyi alanların diğer kadınlarda daha üstün olduğunu belirtmektedir. Bunu da Process of Signification olarak bakabiliriz.
Buradaki Donatation’a baktığımız zaman her ne kadar bir kadın göz önünde tutulsa da daha derin anlamlar barındığını söyleye biliriz. Bu anlamlandırma sürecinde Conatation devreye girmekte. Yine Barthes’in Semiyoloji’nin ideolojik kavramına baktığımızda, hem bir İslami düşünce hem de kapitalizmi görebilmekteyiz. Kadının temiz, saf ve güzel olması İslam dinine bağlanmaktadır. “Hanımefendilerin Dergisi” denmesi de bu dergiyi alan kadınların diğer kadınlardan daha üstün olduğunu göstermektedir. Burada bir geçişin olduğunu söyleyebiliriz. Böylece İslam dininin diğer din veya ideolojilerde daha üstün olduğunu gizli bir biçimde iletmiştir. Her ne kadar, fotoğraf tutku ve şehvet uyandırmasa da ayrıca bir cinsel obje olarak göstermese de kadının giydiği lüks gelinlik tüketim ve kapitalizmi andırıyor.


COSMOPOLITAN Dergisi 2012 Mayıs Sayısı
COSMOPOLİTA Dergisi’nin 2012 Mayıs sayısını inceleyeceğiz. Diğer dergilerde olduğu gibi yine kapakta bir kadın fotoğrafı kullanılmıştır. Özellikle kıyafetini üst bölümünün dar olması, kadındaki göğüs dekoltesini ortaya çıkarmıştır. Kadındaki hafif gülümseyiş ve elleriyle saçını okşuyor gibi görünmesi Signifier ve Signified açısından kadın gizemli ve özgüvenli görünmektedir. Arka fonun ve kadının üstündeki kıyafetin sarı olması, kadının vücut hatlarını göz önüne sermiştir. Diğer yandan, yazı ve başlıklara baktığımız zaman, “Hayatınızda seks kaçıncı sırada?”, “Erkekler hangi kadınlara hayır diyemiyor?”, “Modada doğaya dönüş” gibi birden çok kadın-erkek ilişkisi,cinsellik ve sekse vurgu yapılmaktadır. Semiyoloji olarak baktığımızda da, bu işaretler ve göstergeler bir çok anlamı  beraberinde getiriyor. Ayrıca kapaktaki “Hayatımızda seks kaçıncı sırada?” cümlesindeki seks kelimesinin büyük puntolarla yazılması insanların bilinçaltındaki egosunu (Freud’un “ego”su) devreye sokuyor.
Bir başka başlık ise, “Erkekler hangi kadınlara hayır diyemiyor?” başlığı, kadınların kendilerini erkelere nasıl pazarlayacağını göstermektedir. Sonuç olarak, Barthes kuramına ve kavramlarına baktığımız da, bu derginin de ideolojik bir yapıya sahip olduğunu söyleye biliriz. Gerek kadınların kendilerini erkeklerin gözünde kabul görmeleri için seksi görünmeleri, modaya uymaları bir anlamda tüketim kültürüne ve kapitalizme örnektir. Özellikle kadınların cinsel bir obje olarak kullanılması kapitalizm kültürünün vazgeçilmez bir öğesidir

Mehmet Yeşilmen ve Şafii Çelik'in ortak yazısıdır.



21 Ocak 2014 Salı

Dağların çevrelediği kent: Erzincan




Sabahın ilk ışıkları ile yola koyuldum. Erzincan'da Kürt Aleviler üzerine derinlemesine mülakat yapacaktım. Arkadaşlarıma Bingöl, Muş, Dersim, Malatya ve Sivas illeri düşerken; bana Erzincan ili düştü. Nedense ben Erzincan ili dışında tüm illere gitmek istemiştim. Dersim ve diğer illerin geçmişte yaşadığı olayları düşünürken; Seyyid Rıza'nın görkemli duruşu hayal ederken, Erzincan'a gideceğim söylendiğinde hafiften bir hayal kırıklığına uğramışlığım oldu. Bu hayal kırıklığım uçağın Erzincan Havalimanı'na doğru alçalmasıyla değişti. Uçaktan  Erzincan'ın dört tarafı dağlarla çevrili ve bu dağların en görkemlisi ise Munzur olduğunu görünce, Dersim'den farklı bir yer olmadığını anladım. Özelikle Fırat  Nehri'nin Munzur Dağı'nı yalnız bırakmaması ayrı bir duyguya neden oldu. Mehmet Uzun'un Dicle'nin Yakarışı  adlı kitabında Dicle'nin insanların uğradığı katliamlara nasıl tanık ettiği ve yakarış ettiğini dile getirmekte. Aslında Fırat'ta bu bölgede bu görevi görüyordu. İnsanların yaşadığı acılara tanıklık eden bir Munzur bir de Fırat vardı.

Uçağımızın indiği havalimanı modernlik anlamında bölgenin en iyisi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Ulaşım Bakanı Binali Yıldırım'ın Erzincanlı olması şehre "torpil" yaptığını görüyoruz. Otele doğru yol alırken, arabasına bindiğimiz amca Erzincan’ın toplumsal yapısı, ekonomisi ve tarihteki yapısına değindi. Erzincan’ın iki büyük deprem(1939-1992)yaşadığı ve bu depremler yüzünden şehir merkezinin değiştiğini söyledi. Şehir iki büyük deprem yaşadığından büyük binalara rastlamak mümkün değil. Görebileceğiniz en yüksek bina 5-6 katlıdır. İkinci dünya savaşında harap olan ve yeniden inşa edilen şehirleri andırıyor Erzincan. Ana ve ara yollar geniş, kaldırımlar düzenli bir şekilde yapılmış. Evlerin büyüklük küçüklük yapısına göre adeta farklı mahalleler oluşturulmuş.

Üçüncü Ordu'nun ve Erzincan Üniversitesi'nin ilde yer alması, her 50 metrede bir otel görmenize neden oluyor.


Otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra hemen Kürt Alevi bulmaya çalıştık. İlk gittiğimiz yer ise Pir Sultan Abdal Derneği. Dede (Alevilikte Ehli Beyt soyundan gelen içtimai ve dini liderlere verilen addır) ile konuşmaya başlayınca bir anda oda doldu. Tek kişi ile görüşmeye başladık ama bir anda oda on kişi buldu. Devletin onlara hiç gitmediğini bir anda anlamış olduk. Her sorduğumuz soruya hararetli cevaplar gelmeye başladı. Herkes biz devletmişiz gibi içindeki tüm biriktirdiklerini anlattılar. Yavaş yavaş oda boşalmaya boşaldıkça yenilerin geldiği bir yer haline geldi. Sorduğumuz sorulara herkes kendince cevap hakkı bularak "bu soruya ben cevap vermek istiyorum" diyerek başladı ve ilk görüşmemiz iki saatten fazla sürdü. Kendimizi hemen şehrin en güzel döneri yapan Evin'e attık. Etli yemeklerin vazgeçilmez yeri. Ben ve hocam yemeklerin tadı damağımızda kalarak ayrıldık. Mado, Paradise ve daha birçok kafe mekanımız oldu bu görüşmelerde. Kafeler bakımında da Erzincan gelişmiş bir yerdi. İlk iki gün Erzincan Merkez'de görüşmemizi devam ettirdik. Sonraki günler yolumuz Kemah, Tercan ilçelerine ve dağ köylerine düştü.

Kemah'a yol alırken arabanın şoförü bize rehberlik etti. Kemah'a yaklaşırken bizi bir köprüde durdurdu. Köprünün hemen yanında kayalık olan bir dağın ikiye ayrıldığını ve iki parçaya ayrılan dağın arasında Fırat'ın geçtiğini gösterdi. Bu dağın ikiye ayrılmasını Hz. Ali'nin Zülfikar kılıcı ile yaptığını belirtti. Birkaç tane fotoğraf çektikten sonraki durağımız Selçuklular döneminde kalma Melik Şah Türbesi oldu. Kayalıkların üzerinde olan Kemah Kalesi de ziyaret ettiğimiz yerlerden biriydi.



Kemah ve köylerinde görüşmeler yapmaya başladığımız da Alevilerin burada Sünni kesime oranla daha yoğunlukta yaşadığını gördük. Yetmiş dört köyün yarısından fazlasının Alevilerin elinde olduğunu ve onların deyimi ile kendilerini dağa vurduklarını öğrendik. Kemah’a bağlı Mermerli Köyü’ne vardığımızda bizi karşılayan köy muhtarı bizi köy kahvehanesine götürdü. Sohbet o kadar güzel ve akıcıydı ki bir saat zaman diliminde dört demlik çayın bittiği fısıltı şeklinde kulaklarımıza geldi. Halk hem devletten hem de siyasi partilerden şikayetçiydiler.

Sadece seçim zamanında uğranılacak yer olmak istemiyorlar. PKK’nin yıllarca dağ köylerinde yaşayan Alevilerden yardım istemesi ve Alevilerin PKK’ye yardım etmesi halinde de devlet ve Sünni kesimlerce hedef sayıldığı; yardım etmemesi halinde de PKK ile sorun yaşadıklarını dillendiren vatandaşlar, devlet ile PKK arasında kalarak şiddet gördüklerini belirttiler. İşkencelere ve katlıma maruz kaldıklarını söylerken de barış kavramı ise olmazsa olmazlarıydı. Köy kahvehanesinde çayları yudumlarken, masalarda okey oynayan işsiz gençlerle ülkenin gidişatını konuştuk. Neredeyse her ailenin bir ferdi Avrupa’ya göç etmiş. Onlarda kamuya yerleşememekten dert yakındılar. Hükümetin izlediği veya izleyemediği politikaları eleştirdiler.




Ertesi gün Tercan'ın Bozağa köyüne gittik. Bir eve davet edildikten sonra hemen tanışma merasimine geçtik. Tabi bizim gözümüz duvardaki Hz. Ali, Atatürk ve ailenin diğer fotoğraflarına ileşti. Sanki duvarda cumhuriyetin ilk yıllarında kalma şapkalar ve kilimler vardı. Tam bir köy evini andırıyordu. Çaylar ve lokumlar ikram edildikten sonra sorulara geçildi. Aslında merkezde ve köylerde yaşayan Alevilerin birbirinden çok farklı olduğu açıktı ama hepsinin birleştiği tek bir nokta vardı, o da "ötekileştirildikleri"

Son gün gelip çatmıştı. Zaman beklediğimden çok ama çok hızlı geçmişti. Bu kadar memnun kalacağımı hiç düşünmemiştim. Bir anda kendimi dışarıya vurdum, alış veriş yapmak gerekir diye. Beraber gittiğim hocalarım, bal, tulum beyniri ve el işlemeleri bakırları alırken bende el işlemeli çaydanlık aldım. Erzincan bakır el işlemeli sanatı ile çok ilerde. Her ne kadar fiyatları  kabarık görülse de satın almaya değdi. Havalimana yol alırken içimde bir burukluk vardı. Bu güzelim şehri ve doğayı bırakıp, İstanbul'un trafiğine, binalarına, çevre kirliliğine ve gürültüsüne gitmek beni sinir etti.