21 Kasım 2012 Çarşamba

Osmanlı'dan Türkiye'ye gelen aydın tipolojisi


Osmanlı’dan Türkiye’ye gelen aydın tipolojisi

“Bugün olduğu gibi dün de Türkiye’de düşünce hayatı devletin istediği, olmasından yarar umduğu, olmasıyla devletin işleyişine katkıda bulunan bir düşünce hayatıdır.”

(İsmet Özel)

Türkiye’deki düşünce hayatını anlayabilmek için Osmanlı ve Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişteki zaman dilimine bakmak gerek. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti farklı denilse de, düşünce hayatı ve devlete olan biat özellikleri birbirine çok benzerdir.

Osmanlı’ya baktığımızda aydın dediğimiz kesim genellikle saray, medrese, tekke ve Ulema ’da yetişiyordu. Burada yetişen aydın tipine ise “münevver” deniliyordu. Bu münevver kavramı batıda kullanılan aydın kavramını karşılamıyordu. Keza Türkiye’de kullanılan aydın kavramı da batıda kullanılan kavram ile aynı anlamı karşılamıyor.  Batı’daki aydın, tam anlamıyla bilgi birikimiyle donanmış, toplumun etkisinden bağımsız ve bu bilgileri başkalarının etkisinde kalmadan cesaret ile söyleyebilmesidir. Osmanlı’daki aydınlar ise kendini devletten ve devlet düşüncesinden soyutlayamamış. Padişahın ve Osmanlı’nın etkisini üzerlerinden atamamışlar. Kant’ın aydınlanmış insanından bu acıdan uzak duruyor. Bunun temel nedeni yetişen “aydın tipi” devlete biat etmesi ve devletten farklı düşünememesi. İsmet Özel Batı’daki ve Osmanlı’daki aydın kavramını şöyle açıklamaktadır: “Rahip siyasi otoriteden bağımsız ve sosyal hayat üzerinde etkili, söz sahibi kiliseye mensuptu; dolasıyla devletle yarışmayı, halkın devletle olan ilişkilerine yön vermeyi mümkün kılan bir konuma sahipti. Müftü ve müderris ise Fatih devrinden bu yana bir çok şair ve ediple birlikle Ulemay-ı Rüsum içindeydi. Yani Türk aydının ceddi devletten para alan, devletin beslediği bir tabakadan başka bir şey değildi.”

İsmet Özel’in değindiği tabaka aynen Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı o dönemdeki ulemadan pek farklı değil. Nasıl ki ulema sınıfı o dönem için Osmanlı’ya bağlı bir memur sınıfı ise, bugün de diyanet ve diyanetin imamları Türkiye için aynı anlamı ifade ediyor. Osmanlı’daki ulema padişaha bağlı olması ve padişahtan farklı düşünememesi veya farklı fetva verememesi, İslam’ın Osmanlı’ya bağlanmasına neden oldu. Yetişecek tüm aydın tipinin Osmanlı’nın etkisi altına girmesi demekti bu. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişte her ne kadar tekke ve medreseler kapatılsa da diyanet ile bu bağlılık devam etti ve ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasındaki belki de tek neden İslam’ı devletin kontrolünde tutmak ve “devlet ideolojisini” halka benimsetmek. Elbette ki Osmanlı’da olduğu gibi Türkiye’de resmi ve resmi olmayan İslam var. Türkiye’de resmi İslam’ın dışında gelişen akımlar da var. Fakat ne kadar devlet ideolojisinden veya devletten farklı olduğu da soru işaretidir. Türkiye’deki aydın tipi ne devlet kavramından nede Türklük kavramından vazgeçebilmiştir. Elbette ki bu İttihat ve Terakki kadronun getirdiği bir sonuçtur. Burada ele aldığım aydın tipi sadece sağ jenerasyon için geçerli değildir. Sol için de bu söylemin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar toplumdan ve sağ jenerasyondan farklı şeyler söyleseler bile, “bağımsız Türkiye” kavramından, devletin varlığından asla vazgeçilemiyor. Sanki devletin olmadığı bir yerde düşüncelerinin boşlukta kalabileceğini veya devlet olmadan kendilerinin de bir anlamının olmadığını düşünüyorlar.

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyet’ine geçişine baktığımızda ise yine durum pek farklı değil. Her ne kadar Genç Osmanlılar ve Jön Türkler Avrupa’da eğitim alsalar bile, devletten bağımsız düşünmüyor. Tanzimat dönemindeki aydın tipi ile Cumhuriyet dönemine geçişini sağlayan aydın tipi her ne kadar Osmanlı’ya karşı olsalar da amaç yine  devlete biat etmektir. Tanzimat’ta Osmanlı’nın eğitim sistemi değişse bile aydın tipi değişmemiştir.  Şerif Mardin’in söylemiyle: “ Tanzimat’ta “alim” in yerine, giderek “muallim” in yönettiği bir eğitim yaratılmıştır.”  Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve daha bir çok aydın tipi bu dönemde milliyetçi fikirlerden beslenmiş, devlet sistemini koruma amaçlı devleti nasıl yaşatabiliriz söyleminin içine girmişlerdir.

Cumhuriyet dönemine baktığımızda ise, her ne kadar eğitim kurumları değişse, yönetim ve rejim değişse de aydın tipi hiç değişmemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ziya Gökalp’ın fikri ile Diyanet İşleri Bakanlığı kurulması, Halkevlerinin açılması, Türk Tarih Kurumu ve yeni eğitim sisteminin tek bir amacı vardı. Yetişecek yeni neslin, devlet, Türklük ve resmi İslam dışında kalan alanlarla uğraşılmasını bir anlamda yasaklanması idi. Diyanet İşleri’ne bağlı olan imamlar zaten her hanenin içine nüfuz edebilecek ve yönlendirebilecek güçtedir. İnsanlar her gün resmi İslam ile devlet söylemine maruz kalıyor. Sonuç olarak koşullar böyle iken toplumda yetişecek aydın ile pek karşılaşamıyoruz. Aydın kesiminin yetişmesinde görev alan eğitim kurumlarından da durum hiç iç açıcı değil. İlköğretim ve lisede yetişen tüm öğrenciler, Türklük, resmi İslam ve Kemalizm eğitimlerine maruz kalıyor. Bu eğitimi altı yaşından on sekiz yaşına kadar alan insanların durumunu düşünmek gerek. Türkiye’de neden aydın yetişmediği ve neden devletten farklı bir söylem içine girilmediği o zaman çok net anlaşılır.

Aydın kesiminin yetişmesinde rol alan üniversitelere baktığımız da ise giderek bir çöküşün olduğunu görmekteyiz. Neo-liberal bir politikanın sonucu olarak üniversitelerde anlamlarını yitirmeye başladılar. Üniversitelerde öğrencilere “müşteri” olarak  bakılması sorunun temel kaynağıdır. Üniversiteler tam anlamı ile ticarethaneye dönüştü. Üniversiteler aydın yetiştirmesi gerekirken piyasaya eleman yetiştiriyor. Bugün birçok üniversite şirketlerle yaptığı anlaşmalarla övünüyor. Üniversiteler daha fazla kar elde etmek için bölümlerin parçalandığını görüyoruz. Üniversitelerde oluşan bölümleşme yani bilimlerin disiplinler olarak birbirinden koparak bölümleşmesi, “dar alanda uzmanlaşma” yı getiriyor. Aydın diye nitelendirdiğimiz kişi donamlı olması ve ayrıca her konuda söz sahibi olması gerek. Fakat üniversitelerde yaşanan bu sorunlar, dar alanda uzmanlaşma getiriyor. Bu aydın olmanın önündeki engellerden biridir.

Sonuç olarak; Osmanlı’daki aydın tipi genellikle saray, medrese, tekke ve ulema da yetişiyordu. Fakat belli bir süreden sonra İslam’ın ve Ulema’ nın padişahın egemenliği altına girmesi sonucu devletten farklı düşünmeyen bir aydın tipi ile karşılaşmamıza sebep oluyor. Aslında Osmanlı’da aydınlar bir anlamda memur gibi idiler. Devletten maaş alan ve ona biat eden bir aydın tipi kurulmuştu. Tanzimat’ta ise her ne kadar yönetime karşı olsalar da devlet kavramından asla vazgeçememişler. Devlettin olmaması gibi bir şey söz konusu değildi. Türkiye’ye geçtiğimizde ise yeni rejim, yeni eğitim ve yeni bir fikir var. Fakat buradaki aydının görevi ise devlete bağlılık ve bu yeni oluşan sistemde Kemalizm, resmi İslam ve Türklüğü millete benimsetmek ve aşılamak. Türkiye’deki eğitim sistemi sadece Türklüğü, Kemalizm’i ve resmi İslam’ı öğretiyor. Bugünkü üniversitelerin hali gözler önünde. Türkiye’de aydın yetişmemesinin nedenleri gözler önünde. Eğer ki bir aydın kesimi var ise bu da devletten bağımsız düşünemiyor.
Yazan: Şafii ÇELİK

18 Kasım 2012 Pazar

Ciner Grubu ve Habertürk



    


    


    

    



Habertürk’ün Ekonomi Politiği

Medya, gelişmiş toplumlarda dördüncü kuvvet olarak algılanır. Yasama, yürütme ve yargı kurumlarından sonra devleti kontrol (check-balance) etmesi gereken bir güçtür.  Bunun ne kadar başarılı olduğu ise soru işaretidir. Batı ülkelerinde bile bu dördüncü kuvvet olma sınırlı iken, Türkiye’de neredeyse tümüyle gerçek dışıdır. Türkiye’de medyanın dördüncü kuvvet olamamasının temelinde birçok sorun vardır. Devletin ve hükümetlerin baskısı altında olma sorunları kadar, kendi sermaye yapılarından ve ideolojik tercihlerinden kaynaklanan veya resmi ideolojinin yeniden üretimi gibi birçok sorunları var medyanın. Türkiye’de medyanın ekonomi politiğine bir örnek olarak Ciner Grup’un sahibi olduğu Habertürk Gazetesi’ne bakmamız yeterli olacaktır.

Merkez Grubunun sahibi Turgay Ciner 1956 yılında Hopa’da doğdu. Ciner’in ticari yaşamı hızlı gelişmelerle doludur. Okul yıllarında çay ocaklarında çıraklık yapmış, üniversite yıllarında oto yedek parçacılığı ticaretine başlamıştır ve Talimhane’de bir dükkan sahibi olmuştur.1 Ciner 7 Mart 1978 yılında Park grubunu kurdu. 1984 yılında  Almanya’dan Mercedes ithalatına başlayan Ciner, daha sonra 1988 yılında Anadolu endüstri Holding’in ortaklarından Osman Yazıcı ile birlikte Yazeks’i kurdu. Anadolu Endüstri’nin Irak’taki taahhütlük işlerini devraldı ve 1990 yılına kadar bu ülkede anahtar teslim işler yaptı. Körfez Krizi’nin ardından Rus pazarına yöneldi. Özbekistan’da devlet için anahtar teslim entegre tekstil fabrikaları kurmaya başladı.2 2001 ekonomik krizinde medya sektöründe söz sahibi olmak isteyen Ciner, Bilgin Grubu’na ait medya kuruluşlarına talip olmuş ve Bilgin Grubu TMSF ile anlaşarak medya kuruluşlarını Turgay Ciner’e ait Park Grubu’na kiralamıştır.

Turgay Ciner, Dinç Bilgin’den almış olduğu medya şirketlerine 1 Nisan 2007’de TMSF’nin el koymasının ardından,1999 yılında Ufuk Güldemir tarafından bir haber sitesiyle yayın hayatına başlayan ve televizyon yayıncılığıyla devam eden Habertürk’ü 2007 yılında 35 milyon dolara satın almıştır. Nisan 2009’da Habertürk gazetesini yayın hayatına soktu.3  Ciner Yayın Grubu, Ciner Yayın Holding olarak; Gazete Habertürk, Ciner Medya Yatırımları, Ciner Gazete Dergi(dergi yayıncılığı), Habertürk Gazetecilik ve Matbaacılık, C Yapım Filmcilik, GD Gazete Dergi(dergi yayıncılığı) gibi medya şirketlerine sahip olmasının yanında Habertürk TV ve Bloomberg HT ve bu kanalların radyosunu da elinde tutuyor. Enerji ve Madencilik  ise, Park Termik, Park Teknik, Eti Soda, Park Enerji, Park Elektrik, Silopi Elektrik Üretim, Park Toptan Elektrik Enerjisi Satış, Park Maden ve Riotur sektörlerini sahip. Ticaret, Sanayi ve Hizmet sektörlerinde Park Holding, ETİ Hava Taşımacılığı A.Ş., Park Tıp Sağlık, Havaş, Larespark Hotel, Park Denizcilik, Denmar, Park Sigorta, Park Cam, Ciner Denizcilik, Ciner Gemi, Lares Truzim’e sahip. Son olarak ise Kasımpaşa Spor Kulübünü satın almış bulunuyor. Yurt içinde ve yurt dışında birçok alanda bulunduğu için global bir güç olduğunu söyleyebiliriz.  

Turgay Ciner’in siyasi ve bürokratik bağlantıları


Turgay Ciner'in siyaset ve bürokrasi sahnesindeki dostları arasında Mehmet Ağar, Mehmet Ağar’ın kardeşi Yunus Ağar, aynı zamanda Turgay Ciner’in askerlik arkadaşı Park Holding hem de Yazeks’in yönetim kurulunda. Turgut Özal ise Turgay Ciner’in kardeşi olan Tuncer Ciner ile ilişkileri basına yansıdı. Tuncer Ciner’in T.C. isimli yatını kullanıyordu. Hüsamettin Özkan ise Türk Silahlı Kuvvetlere iç çamaşırı satma işini Turgay Ciner’e verdiği iddia ediliyor. Mesut ve Turgut Yılmaz, Çevik Bir (aynı zamanda tenis arkadaşı), Ünal Korukçu gibi isimler bulunuyor. Turgay Ciner’in yanında çalışan isimler arasında; Özal'ın Yabancı Sermaye Dairesi Başkanı ve Dış Ticaret Müsteşarı Namık Kemal Kılıç, THY Yönetim Kurulu Başkanı eski pilot Atilla Çelebi, Kamu Ortaklığı İdaresi eski başkanı Tezcan Yaramancı, Enerji Bakanlığı eski Müsteşarı Uğur Doğan, Sivil Havacılık Genel Müdürü A. Kayıhan Kabadayı, Özal'ın özelleştirme prensleri Ökkeş Özuygur ve Süleyman Yaşar, Mehmet Ağar'a çok yakın olduğu söylenen eski MİT görevlisi Kemal Hacıbeyoğlu gibi isimler var.
        Beyoğlu 1. Ağır Ceza Mahkemesi'ne 3 dilekçe vererek davada tanık olarak dinlenmek istediğini belirten Ersin Ortaç, dilekçesinde ‘‘Topal'ın öldürülmesi olayında trilyonlar dönüyor. Olayın içinde, Park Otel ve HAVAŞ'ın sahibi Turgay Ciner ile Güvener Holding'in sahibi Halil Güvener de bulunuyor. İşin içinde uyuşturucu var dedi.


Habertürk Gazetesi  Çıkışı

                Nisan 2009’da Habertürk gazetesini yayın hayatına başladı. Kendini “tanrı yazar” olarak tanımlayan Fatih Altaylı genel yayın yönetmenliğine getirildi. 28 Şubat 2009’da Zaman Gazetesi’nden Nuriye Akman’a konuşan Altaylı, özgürlükçü gazete olacaklarını söyledi. Bu konuşmaya baktığımızda Habertürk Gazetesi’nin nasıl ve hangi koşullarda çıktığını çok daha iyi anlayabiliriz. Gazetenin satış fiyatının 75 kuruş olduğunu söyleyen Altaylı, gazetenin maliyetini de 74 kuruş olduğunu söyledi. Altaylı: “Bu gazetenin 100 bin satması halinde bu, başa baş bir fiyattır. 100 binin üzerine çıktığımız zaman giderek artan miktarda kâr ederiz. Ama buna reklam ve editoryal giderler dahil değil. Editoryal giderler tirajla beraber değişmediği için, tirajımız arttıkça biz avantajlı hale geleceğiz. Hâlbuki diğer gazeteler tirajı arttıkça zararı büyüyor. Çünkü reklamla sübvanse ettiği için zararını, kağıt veya endüstriyel maliyeti reklamla kapattığı için onlar tiraj büyüdükçe zarar edecekler. Biz tirajımız arttıkça kâra gireceğiz.” 4 Açıklamasının devamında baktığımızda gazete giderlerinin minimize edildiği ve bir anlamda çalışanlara kadro verilmediği ve çalışanların adeta sömürüldüğünü şu cümleler ile anlayabiliriz: “Mesela personele baktığınız zaman biz diğer gazetelerden kadro olarak daha düşüğüz. Grubun sinerjisinden faydalanma imkânı olan yegane grubuz. Şirket başına düşen genel gider paylarımızı çok aşağılara çekme başarısını gösterdi grup yöneticileri. Diğer medya kuruluşları bizim gibi kriz ortamını öngörerek büyüme çabası olmadıkları için personel sayıları, genel giderleri daha fazla.”5 Ayrıca Habertürk’te ismini vermek istemeyen bir çalışan, çalışma koşulları ile ilgili şunları söyledi:  “Habertürk’te çalışma saatleri çok uzun. Bir kere kapıda parmak izi girişi var ve parmak izinle giriyorsun. Günde ez 8 saati tamamlamak durumundasın (özel durumlar hariç). Parmak izi sistemiyle giriş çıkış saatleri kontrol altında. Maaşlar malum asgari ücretle, çalışanlardan iyi ücret alana göre değişiyor ama genel olarak uzun çalışma koşullarının hakkettiği bir para alınmıyor.”

Habertürk Gazetesi’nin  reklamı ve tirajı

ü  Türkiye’de Reklam Gelirleri

2001 ekonomik krizinde reklam gelirleri genel anlamda tüm basını etkiledi ve bir düşüş yaşandı. 2001 yılından sonra ise reklam gelirleri artmıştır. Fakat 2008 ekonomik krizinde yine bir düşüş olmuş ve ekonomik krizinden sonra 2010’larda reklam geliri artmıştır.

Reklam gelirlerinin mecralara göre dağılımı ise en çok televizyon ve gazetelerde olur. 5

 Medya Gruplarının Mecra Bazında Reklam gelirlerinden Aldıkları Paylar

Ciner grubu televizyon bazında %2, gazete bazında %1, dergi bazında ise %3, internette ise %2. Medya kuruluşlarındaki sıralaması ise beşinci. 6

 Medya Grupları Televizyon Yayıncılığındaki Pazar Payları

Ciner %3

 En Çok Reklam Alan Televizyon Kanalları

Habertürk 11. sırada yer alıyor, süre olarak ise 5.279.707

 Gazete yayıncılığı Sektöründe Yoğunlaşma Düzeyleri

Kasım 2010’da Habertürk günlük ortalama satış olarak 217.211 CR %5,26. Mart 2011’de ise günlük ortalama satış 262.784 CR ise %6,11 ile beşinci sırada yer alıyor.

 Basın ilan Kurumu Tarafından 2010 yılında Dağıtılan İlanlar

Habertürk için resmi ilan: 3.757.133,70, mecburi ilanlar ise 1.288.539,7

 Gazete Reklamları Piyasasında Yoğunlaşma Düzeyleri (Gruplar)

 Ciner Grubu CR %8



Kar-zarar durumuna bakarsak Habertürk Gazetesi’nin ciddi anlamda kar ettiğini söyleyemeyiz ayrıca doğru ve tarafsız haber yapmadığı da gözler önünde. Peki neden bu yayın hala devam ediyor. Belki şu vereceğim örnek her şeyi açıklar. Ciner Grubu Cam ambalaj ve cam şişe fabrikalarını açmadan üç ay önce Habertürk Gazetesi’nde bir hafta içinde beş haber yapılıyor. Bu haberlerde temel nokta ise pet şişelerin sağlıksız ve kansere yol açtığını dile getiriliyor. Bu haberlerin linkleri ve yayınlama tarihi şöyle: 18.09.2011
http://www.haberturk.com/saglik/haber/670686-plastikteki-tehlike


Bu örnekte görüldüğü üzere bazı medya grupları  ekonomik ve politik çıkarlarını korumak amacıyla gazetelerini bir araç olarak kullanıyor.

Habertürk ve Hükümet İlişkisi

Habertürk TV’nin genel yayın yönetmeliği yapan Yiğit Bulut  AKP’den aday olmak istemesine rağmen AKP tarafından seçilmedi. Habertürk’ten görevine son verilen Yiğit Bulut, 2012 yılında Başbakanın başdanışmanı oldu.  Bir diğer önemli gelişme ise Habertürk Ankara Temsilci Muharrem Sarıkaya’nın görevine son verildi.  Yerine getirilen isim ise çok şaşırtıcı. Zaman Gazetesi’nde “Başbakanlık Muhabiri” olarak çalışan Erdal Şen getirildi.  Zaman Gazetesi’nin ardından bir süre Sabah Gazetesi’nde AK Parti ve Parlamento muhabirliği görevinde bulunan Erdal Şen, daha sonra Habertürk’e transfer oldu, gazetede Haber Müdürlüğü görevinin yanı sıra AK Parti ve Başbakanlık muhabirliğini de beraberinde sürdürmüştü. Oysa ki  Fatih Altaylı Nuriye Akman’a verdiği söyleşi de “bir gazetecinin kimliği veya partisi olmaz, bu olduğu zaman iş bitmiştir” diyordu.  Diğer yandan Fatih Altaylı’nın  demeçlerine veya söylemlerine bakarsak, ne kadar taraflı, devletten bağımsız düşünmediğini çok net anlayabiliriz. Habertürk internet sitesi, seks işçileri için planlanan vergi düzenlemesine ilişkin habere "Hayat kadını ya verecek, ya verecek" başlığını koymuştu. Keza Gülay Göktürk orduyu eleştirdiği için Fatih Altaylı’nın söylemlerine maruz kalmıştı. Gülay Göktürk'e, "O ordu senin bacak aranı da koruyor" demişti. Eren Keskin ise Ordu kadınlara tecavüz ediyor dediği için Fatih Altaylı “Eren Keskin'i gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim" demişti. Bir diğer örnek vermek gerekirse Ece Temelkuran’ın görevine son verilmesinin elbette ki temel nedeni farklı bir düşüncede  ve hükümetin istemediği bir şahıs olması. Habertürk’ün ne kadar yanlı ve ne kadar sabit fikirli olduğu gözler önünde. Diğer şekilde gazeteci dediğimiz tarafsızdır. Devlete ve orduya laf söyletmeyen birinden gazeteci olması mümkün müdür?

Sonuç

Türkiye’de medyanın ekonomi politiğinin bir örneğini teşkil eden Habertürk Gazetesi’ni ve Ciner Grubunu ele aldık. Türkiye’de özellikle iş adamlarının ve dev şirketlerinin medya sektöründe boy göstermesi devletin ideolojik aygıtlarını kavramak için çok önemlidir. Gramsci, Althusser  ve  Noam Chomsky’nin medya için söyledikleri ne kadar da doğru. Güç, ekonomi, medya ve siyaset tam iç içe girmiş. Özellikle büyük iş adamları arkadaki ilişkilerini saklamak veya ticaretleri için medya nasıl bir araç olarak kullandıkları gözler önünde. Devletin ve hükümetlerin baskısı altında olma sorunları kadar, kendi sermaye yapılarından ve ideolojik tercihlerinden kaynaklanan veya resmi ideolojinin yeniden üretimi gibi birçok sorunları var medyanın. Devletin ideolojik aygıtı olmaktan kurtulamayan, devletin ideolojini yeniden üreten, cinsiyetçi ve çıkar grupların pençesinde olan medya, devleti denetleyen dördüncü güç olmaktan ziyade onun ve sermayedarların denetimi altında söylemler tekrarlanıyor.


Kaynaklar;

1 Referans Gazetesi, “Tezgahtarlıktan Dolar Milyarderliğine.” 30 Mart 2005
2 Ceren Sözeri, Dilek Kurban “Türkiye’de medya ekonomisi” s.451
3Ceren Sözeri, Zeynep Güney “Türkiye’de Medyanın Ekonomi Politiği: Sektör Analizi” s.50
4 Ceren Sözeri, Dilek Kurban “Türkiye’de medya ekonomisi
Ceren Sözeri, Dilek Kurban “Türkiye’de medya ekonomisi





 Yazan: Şafii ÇELİK













12 Eylül 2012 Çarşamba

Dünyamıza inecek ölüm


Dünyamıza inecek ölüm

21.yüzyılı ve insanoğlunun geleceğini tehdit eden önemli sorun, küresel ısınmadır. Küresel ısınma ile gelen iklim değişikliği, tüm canlıların hayatlarını ciddi anlamda olumsuz etkiliyor ve etkileyecek. Bilim adamları ve dünya liderleri bu sorunun çözümü için hemen harekete geçmezse, milyonlarca insan ve diğer varlıklar hayatını kaybedecek.

20. yüzyılda dünya iki büyük dünya harbine tanıklık etti. Yapılan bu savaşlar sonucunda milyonlarca insan ve diğer varlıklar hayatını kaybetti. Yeryüzü nükleer silahlarla büyük tahribatlar yaşadı. 21. yüzyıl geçmiş yüzyıldan çok mu farklı olacak. Bilim adamlarının açıklamasına göre çok farklı olmayacak hatta çok daha büyük felaketler getirebilecek. BM İklim Değişikliği raporunda, bazı bölgelerde yaşam şartları çok zorlaşacağı, çöllerin kapladığı alan genişleyeceği, su kaynakları azalacağını, beklenmedik afetlerin sayısı artarken Asya, Avrupa, Afrika susuzluk, Amerika kıtası ise hortumlarla uğraşacağı yazmakta. İnsanoğlunun doğaya hakim olma isteği sonucunda küresel ısınmanın var olduğunu söyleyebiliriz. Doğaya egemen olma isteği ve ormanları yok ederek mega kentler ve modern kentler kurmanın ve tüketim çılgınlığın getirdiği bu ağır bedellerden kurtulmanın tek yolu küresel ısınmayı ve etkisini anlamak ve bu çerçevede bir an önce harekete geçmek ve ülkelerden somut adım beklemektir.
Rakamlarla küresel ısınma
 Küresel ısınmayı ve iklim değişikliği önlemek ve buna bir çözüm bulmak amacıyla 1992’den beri bir çok toplantı ve raporlar hazırlandı. BM rapora göre, buzulların erimesiyle birlikte, 2020 yılında su sıkıntısı çeken kişi sayısı 1,2 milyarı bulacak. Ortalama hava sıcaklığı, 1990’daki seviyenin 1,5 derece üzerine çıkarsa, dünyadaki canlıların 1/3’ünün soyu tükenecek.Kuzey Kutbu’ndaki buzullar, 2100 yılına kadar yüzde 22-33 arasında azalacak. Buzullar, Antarktika’da tamamen ortadan kalkabilir. Özellikle bilim insanlarının tahminlerine göre, 2005’te Grönland’dan eriyerek denize karışan su miktarı 1996’daki düzeyinin tam iki katına çıktı. Grönlad buzullarının bütünüyle erimesi halinde tüm okyanuslardaki su seviyesi 7 metre yükselebilir. Grönland’dan yılda eriyen buzul miktarı İstanbul’un yıllık toplam su tüketiminin tam 300 katı.
Rapora göre, eğer önlem alınmazsa önümüzdeki 25 yıl içinde su kaynakları azalan fakir ülkeler, açlık ve ölüm tehdidi altında kalacak. Bu nedenle 60’a aşkın ülkede çatışmalar çıkacak.Raporun en can alıcı noktası ise, küresel ısınmanın dünyanın çehresini değiştirmeye şimdiden başladığı tespiti.
Leeds Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Chris Thomas tarafından Nature dergisinde yayınlanan bir yazıda da  “küresel ısınma 2050’ye kadar bitki ve hayvan türlerinin ¼’ünü ya da 1 milyondan fazlasını yok edeceği yazılmakta.” Otomobiller ve fabrikaların gaz yayılımında en büyük etkenler olduğunu vurgulayan Thomas, yayılan gazların, 21. yüzyılın son yıllarına doğru ortalama sıcaklıkları tarihte görülmemiş düzeylere yükselteceğini belirtmekte. Ve eğer bir çözüm üretilmezse, türlerin kitlesel tükenişlerinin tarihte görülmemiş boyutlara ulaşabileceğine dikkat çekmekte.  Ayrıca  James Hansen, meteorologları bir araya getiren Operation Sierra Storm toplantısında yaptığı bir konuşmada, dünyanın sıcaklığının son 30 yılda 1°C arttığını belirterek, bugünkü sıcaklığın son 400 bin yılın en üst seviyesi olduğuna vurgu yaptı. Hansen, yeryüzünün bu yüzyılda 3°C daha ısınmasının felâket olacağını söyledi. Bu gelişmelere karşı tedbir almak içinse en fazla 10 yıl kaldığını duyurdu. Diğer yandan Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, sıtma ve yetersiz beslenme gibi nedenlerden milyonlarca kişi ölümle yüz yüze gelecek. Bütün bu veriler bize gösteriyor ki, yeryüzünü cehenneme çevirmeye ramak kalmış. Eğer hemen harekete geçilmez ve bugünkü eğilimler tersine çevrilmezse, Nazım Hikmet’in dediği gibi dünyamıza inecek ölüm.
 
İklim Değişikliği
Küresel ısınmadan dolayı dünya ısısı her geçen gün artmaktadır. Sıcaklığın artmasıyla buzulların erimesi sonucunda deniz seviyelerinde de büyük bir yükselme görülüyor. Kıyı bölgelerde yağış miktarının artacağı söylenmekte ve iç bölgelerde ise durum daha çok kötü olacak. Sıcak havanın etkisi ile kuraklık baş gösterecek. Bu iklim değişimine ayak uyduramayan birçok bitki ve hayvan türleri yok olacak. Doğanın besin zinciri bozulacağı anlamına geliyor.
Küresel ısınmanın Türkiye’ye etkileri
Diğer devletlerden çok farklı olacağını söyleyemeyiz. Özellikle İstanbul Teknik Üniversitesi Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü, küresel ısınmasının, Türkiye üzerindeki etkilerine ilişkin bir senaryo hazırladı. Bu senaryoya göre, küresel ısınma aynı şekilde devam ederse, 2070’te Türkiye genelinde sıcaklıklar 6 derece kadar yükselecek. Ekosistem değişecek, canlı türleri yok olma tehlikesi yaşayacak.
Türkiye’nin batısında sıcaklıklar 5 ile 6 derece, Orta ,Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde 3 ile 4 derece yükselecek. Kış ayalarında ise sıcaklıklar 2 ile 3 derece yükselecek
Senaryoya göre, 2070 yılında Karadeniz Bölgesi’nde yağışlar yüzde 10 ila 20’lik artış gösterecek, güneyde ise yüzde 30’a kadar azalacak.    
Çözümler ve Uluslararası önlemler
Doğaya pervasızca hükmetmektense, doğadaki enerjiyi kullanmak, küresel ısınmanın çözümlerinden biridir. Küresel enerjinin yüzde 80’i fosil yakıtlardan elde ediliyor. Fosil yakıtların içinde bulundurduğu karbon ve hidrojen elementleri küresel ısınmanın artmasına neden oluyor. Doğalgaz, kömür ve petrol gibi fosil yakıtları kullanacağımıza güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, jeotermal enerji, hidroelektrik ve biyoenerji kullanılırsa küresel ısınmanın önüne geçmiş oluruz. İşte bu nedenle yenilenebilir enerji kaynakları çok önemlidir.

Uluslararası önlemlere baktığımız zaman ilk ciddi konferansın 5-12 Haziran 1992 tarihinde Rio Konferansı’dır. Bu konferans sonucunda Rio Deklarasyonu yayımlanmış; Birleşmiş Milletler ve Avrupa Topluluğu ülkelerinin de içinde bulunduğu 184 ülkenin taraf olduğu Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir.Bu sözleşmeye göre iki çalışma grubu oluşturulmuştur. Birinci çalışma grubunda ülkelerin CO2 ve öteki sera gazı emisyonlarıyla ilgili yükümlülükler; ikinci çalışma grubunda ise yasal ve kurumsal mekanizmalar ele alınmıştır.   Daha sonra 1997 yılında Kyoto Protokolü imzalamıştır.  2009 yılına kadar  bir çok toplantı ve konferans oldu. 2009’da Kopenhag’ta  İklim Zirvesi yapıldı.  Kopenhag İklim Zirvesi net bir anlaşma olmadan dağıldı. ABD ve 25 ülkenin yaptığı mini anlaşmayı küçük ülkeler kabul etmedi. Mini plan en çok +2 derece ısıma ve yoksullara yardım öngörüyor. Ancak bağlayıcı olmayan bu planı da katılımcılar onaylamadı.

Kaynakça;







Enflasyon önlenebilir


Enflasyon önlenebilir

Gazetelerin ekonomi sayfalarında ve halkın dilinde enflasyon her ne kadar canavar olarak gösterilse de önlenebilir bir şey olduğunu biliyoruz. Gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülke bunu başarmış. Türkiye’de ise geçmişte çok yüksek enflasyonlu yıllar yaşandı fakat 2004’te yılında enflasyon tek haneli rakama yani %10’un altına düştü ve ülke için önemli bir gelişme. Fakat yine de tükettiğimiz ve tüketmediğimiz birçok ürün yerini enflasyon sepetinin içinde buluyor.

İnsanlar çeşitli sebeplerle genelde fiyatların ne kadar arttığını öğrenmek isterler. Günlük hayatta çok tüketilen veya satın alınan mal ve hizmetlerin fiyatların artmasına enflasyon diyoruz. Bu enflasyon kavramı veya terimi 20. yüzyılın olayıdır. Her ülkenin bir enflasyon sepeti olur ve her ülkenin enflasyon sepeti birbirinden farklıdır ve birbirine benzemez. Gelişmiş ülkelerde enflasyonla mücadele de önemli adımlar atılmış ve bir anlamda da bunu başarmışlar. Türkiye  ise son dokuz yıldır enflasyonla iyi mücadele edilmektedir. Sıkı maliye ve basiretli para politikalarının bir sonucu olarak 2004 yılında enflasyon tek haneli rakamlara inmiştir. Enflasyon sepetinin neye yaradığını, enflasyonla mücadelede neler yapılması gerektiğine, ekonominin yapı taşlarının neler olduğu sorularına yanıt bulmak istedik. Dünyaca tanınan ekonomist Asaf  Savaş Akat’a sorularımızı yönlendirdik.

Enflasyon oranı

Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) ile hesaplanan Türkiye’nin enflasyon oranı, 1993-2002 dönemindeki ortalama %70,4’den, 2010 yılında son 41 yılın en düşük değeri olan %6,4’e düşmüştür. Ancak yıllık TÜFE oranı 2010 Aralık ayında %10,45 olarak gerçekleşmiştir.
Yıl boyunca, enflasyondaki artışın en büyük kaynağı alkollü içecekler ve tütün grubundaki artış olmuştur. Bir önceki yılın aynı ayı ile karşılaştırıldığında endeksteki en yüksek artış %18,50 ile alkollü içecekler ve tütün grubunda gerçekleşmiştir. Çeşitli mal ve hizmetler (%17,14), ulaştırma (%12,22), gıda ve alkolsüz ve içecekler (%12,21), ev eşyası (%11,04) artışın yüksek olduğu diğer harcama gruplarıdır.
2011 yılı Aralık ayında endekste kapsanan 445 maddeden; 73 maddenin ortalama fiyatlarında değişim olmazken, 255 maddenin ortalama fiyatlarında artış, 117 maddenin ortalama fiyatlarında ise düşüş gerçekleşmiştir.

ENFLASYON: Fiyatlar genel seviyesinin
sürekli olarak artmasıdır.

TÜFE (tüketici fiyat endeksi): Tüketici
tarafından satın alınan mal ve hizmetlerin
fiyatlarındaki değişiklikleri ölçer.

TEFE (toptan eşya fiyat endeksi):
Ekonomide üretim faaliyetinde yer alan
maddelerin fiyatlarındaki değişiklikleri toptancı aşamasında ölçer.




Şafii Çelik: Bir ülkede enflasyon sepeti neye yarar,  nasıl ve neye göre oluşturulur?

Asaf  Savaş Akat: İnsanlar çeşitli sebeplerle genelde fiyatların ne kadar arttığını öğrenmek istiyorlar. Tabi burada en önemlisi çalışan kesim,  ücretle maaş artışlarını bir hesaba bir ölçüye dayandırmak istiyor. Nitekim ilk enflasyonun ölçülmeye başlanması o amaçla olmuştur, dünyanın her yerinde.  Ücrete ne kadar zam yapacağız? Bu soruya cevap verebilmek için, genelde fiyatların ne kadar yükseldiğini bilmek lazım ki daha önceki yıl satın alabildiklerini ortalamada, bu yıl da alabilsinler. Sendikaların gelişmesi, enflasyonun ölçülmesi, fiyatların artışların ölçülebilmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. İlk ölçmenin adı da yaşam maliyeti endeksleridir. İnsanın neleri kullandığına bakmak lazım. Neleri tüketiyor, onun tükettiklerinin fiyatları ne kadar artmış? Dolayısıyla o tüketimin maliyeti ne kadar artmış ona bakmak lazım. Bu amaçla sepet dediğimiz bir şey hesaplanmış oluyor. O da şöyle hesaplanmış oluyor, hem dünyada hem de ülkemizde. Farklı kesimden, farklı bölgeden çok sayıda tüketicinin, bu rakam çok yüksektir. Bunların bir ay içinde yapmış oldukları bütün harcamalar ayrıntılı bir şekilde izleniyor. Bunları defterlere yazılıyor. Sadece ne aldıkları değil, nerden aldıkları, kaç para verdikleri, fişlerini ve faturalarını getiriyorlar. Dolasıyla ülkede tüketicilerin hangi malları ve hizmetleri nerden satın aldıklarına dair yani pazardan mı alıyor,  BİM’den mi Migros’tan mı yoksa köşe başı bakkalından mı alıyor?  Kimisi minibüse, kimisi arabaya, kimisi metroya; kimisinin akbili var, kimin faturalı telefonu var, kimin yok , kimisi paket kullanıyor, kimisi tezek yakıyor, kimisi  doğalgaz. Tüm bunlar toplanır ve sonra Türkiye için ortalama bir tüketim sepeti oluşturulur.  Kimsenin sepeti buna benzemez. Buna benzemesi mümkün değil. Çünkü  Türkiye’de insanların 3/1 kira da oturuyor, diğer 3/2 si ise kendi evinde oturuyor.  Dolasıyla biz kira dediğimiz zaman  bunun sepetteki toplam Türkiye’deki harcamadaki ağırlığı 3/1 ödediği kiradır. 3/2 si kira ödemez. Dolasıyla o 3/1 sepetinde kira baya yüksek yer tuttuğu için ortalama %10, 15 yer tutar. Halbuki kira ödemeyen %0 dır. Kira ödeyenin de bütçesi  %30’dur. Halbuki bizim sepete %16 olarak girer. Arabası olan adam, otomobil harcaması, benzin harcaması, otomobili olan ile olmayanın toplanıp, toplam harcamaya bölünür. Halbuki otomobili olanın harcaması büyük , olmayanın yoktur.  Hiç kimse ortalamayı yakalayamaz. Dolasıyla o sepet hiçbir tek kişinin hayat yaşam maliyetini ölçmez ama bütün ülkenin ortalamasını ölçer. Türkiye’de taze meyve, sebze fiyatları günden güne çok büyük dalgalanmalar gösterebilir.  Kar yağar, patlar gider. Üç gün sonra kar kalkınca fiyatlar çöker gider. Örneğin ıspanak ve salatalık. Onlara göre birtakım yöntemler vardır. Neticede bunlar hesaplanır, fiyatlanır, yeni mallar eklenir. Az kullanılmaya başlanılan mallar çıkartılır. Cep telefonu geldiğinde eklemek gerekir. İnternet geldiğinde adsl fiyatını eklemek gerekir. Cep telefonu geldiğinde sabit telefonun değeri düşer. Devamlı revize edilen bir sepettir bu. Mutlak olarak bunları ölçmek imkan dahilinde değildir. İki sebepten dolayıdır. Birincisi fiyat hareketlerine karşı tüketicinin de tepkisi vardır. Ispanak fiyatları artınca kimse ıspanak almaz. Halbuki sen onu alıyorlarmış gibi fiyata katarsın. İkincisi malların kalitesi artar, kaliteleri değişir. O kalite değişiklikleri sana aynı fiyata daha kaliteli mallar verir. Bunu da düşünmek lazımdır. Böyle zorlukları vardır.

Ş.Ç: Peki hangi ülkelerde enflasyon sepeti vardır?

A.S.A: Yaşam endeksi yirminci yüzyılın olayıdır. Gelişmiş ülkelerde, yirminci yüzyılın başlarında yani sendikal hareketlerle yakın bağlantılı  olduğunu unutmamak lazım. Nitekim Amerika’da endeksleri çalışma bakanlığı hesaplar. Çalışma bakanlığının bu endeksleri hesaplayan biriminin denetiminde, denetleyen kuruluşun içinde iş veren sendikalar ve işçi sendikaları da temsil eder. Türkiye’de ise daha eskiye dayanan toptan eşya fiyat endeksleri vardı. Bizde ilk hesaplanma 1950’lerdedir. Ankara’da memurlar için. Ekonomik göstergeler bir ihtiyaç çerçevesinde oluşur, meydana gelir. Laf olsun diye çıkmaz. 50’lerde enflasyon olmaya başlayınca Menderes Hükümeti, ne kadar zam verelim memurlara, sorunuyla karşılaştı. Hükümetin ne kadar zam vereceğini bilmesi için iyi kötü , fiyatların ne kadar arttığını ölçmesi lazım. O amaçla 50’li yıllarda istatistik kurumu Anakara Memurlar Hayat, Yaşam Maliyeti Endeksi oluşturuldu. Daha sonra yaygınlaşmıştır. Yavaş yavaş sepet düzenlenmiştir. Artık dünyada enflasyonu ölçmeyen bir ülke kaldığını sanmıyorum. Her halükarda gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tümünde hesaplanıyordur.

Ş.Ç: Genellikle enflasyon sepeti eleştiriliyor. Yeni düzenlemeler nasıl?

A.S.A: Eleştiriler Türkiye’de ve dünyada da benzer şeyler oluyor. Türkiye’de iki çeşit eleştiri vardır: Birincisi cehaletten kaynaklanan eleştiri vardır. Okumadan eleştirenlerden oluşan bir eleştiri vardır. Enflasyon sepetine yönelik eleştirilerin büyük bir bölümü okumadan bilenlerden yani cehaletten kaynaklanır. Cımbızla bir şey seçilir ve o var, bu var denilir. Bunlar özenle, dikkatle hesaplanırlar. Bütün toplumsal bilimlerdeki ölçüler gibi hata payı yüksektir. Başka nedenler de vardır. Dolayısıyla hata yapılabilir. Türkiye enflasyonu geçmişte sistematik hataya neden olan, sistematik hata dediğimiz iradesiyle, başbakan veya başkası dedi diye değil. Ama endeksin kurulmasından kaynaklanan daha eski teknolojiler kullanılmasından kaynaklanan bazı sorunlar vardı. Ama şimdi artık bütün bu sorunlar çözüldü. Nitekim büyük bu endeksleri, hesapları Avrupa İstatistik Birliği, Euro SAT la beraber yapıyor. Onların metodolojisiyle yapıyor. Nitekim alınan veriler üzerinde EuroSat ,Türkiye’nin enflasyonunu yeniden hesaplayıp yayınlıyor. İki üç hafta içinde bizim harmonize dediğimiz yani Avrupa’da kullanılan yönteme göre yeniden hesaplayıp yayınlıyor. Onun için yapılan eleştiriler ciddi değildir. Ve üstelik sonucu da tam tersidir. Genel kanaat enflasyonu düşük ölçüldüğü yöndedir. Halbuki yapılan araştırmalar, yani yapılan bilimsel araştırmaların gösterdiği, tüketici endeksi enflasyonu olduğundan yüksek ölçülmüştür. Aslında enflasyon olandan daha düşüktür.

Ş.Ç: Bu enflasyonun kaynağı nedir? Önlenebilir mi?

A.S.A: Eğer bazı ülkelerde enflasyon yoksa demek ki önlenebiliyor. Enflasyon olmayan ülkeler varsa veya yok denilecek kadar düşük olan ülkeler varsa bu ülkelerde Türkiye’den zengin ve/veya Türkiye’den hızlı büyüyen ülkeler ise demek ki bu önlenebilir bir şeydir.

Ş.Ç: Türkiye’de enflasyonu geride bıraktığımız anlamına gelmiyor, değil mi?  Hala var enflasyon değil mi?

A.S.A: Dünyanın büyük bir bölümünde hala enflasyon var. Yani enflasyonun olmadığı, fiyatların düştüğü, sabit kaldığı enflasyonu yoksa, fiyatları ya sabit kalacak ya düşecek. Fiyatların düşmesi hali ekonomistlerin sevmediği bir durumdur. Fiyatların düşmesi genellikle arzulanmayan bir durum olarak kabul edilebilir. Küçük bir enflasyon demin söylediğim gibi o hesap hatasından dolayı varlığı yararlı diye düşünülür. Ama bir de %1, %2, %3 gibi enflasyonlar var. Yani hissedilmesi zor. Hissedilmesi zor enflasyonlar var. Türkiye hala oraya gelemedi. Türkiye’de enflasyon biraz bunun üstünde.   Yani Türkiye’de bu enflasyonu birkaç puan daha aşağı çekmesi gerekebilir. Ama artık Türkiye yüksek enflasyonlu bir ülke değildir. Tek haneli dediğimiz  % 10 un altında olan ülkelere düşük enflasyonlu ülke denir. Düşük enflasyonlar içinde daha düşük enflasyon mümkündür. Türkiye’de genel kanaat % 5 i makul bir enflasyon olacağıdır. Türkiye’yi geçmişiyle karşılaştırdığımızda enflasyon sorununu halletmiştir.

Ş.Ç: Krizin enflasyona etkisi var mı?

A.S.A: Tam tersini diyebiliriz. Genellikle krizler ekonominin yapabileceği üretimi mümkün kılacak talebin olmaması demektir. Krizde üretim niye düşüyor? Fabrikalar yıkıldığı için, deprem olduğu için, doğal afet olduğu için üretim düşüyor. Üretimin satma imkanı yok. Niye satma imkanı yok?  Çünkü bu koşullarda fiyat artışları yükseliyor. Krizlerle beraber deflasyon riski ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu koşullarda krizle beraber enflasyon tehdidini ortadan kalktığı için, normal koşullarda enflasyona yol açabileceği düşünülerek sevilmeyen iktisat politikaları da kolayca uygulamaya konulabiliyor. Mesela çok kolay para basılıyor. Hiç korkmadan niye para basılıyor?  Avrupa’da, Amerika’da niye para basılıyor? Çünkü hem Avrupa’da hem Amerika’da üretim kapasitesi talebin altında olduğu için fiyatlar üzerinde yukarı doğru artış yönlü bir baskı yok. Bu tür krizler enflasyonu artırıcı değil düşürücüdür.

Ş.Ç: Bu gün ekonominin temel taşları nelerdir? Uygulanan ekonomi politikaları nasıl değerlendiriliyor?

A.S.A: Her ekonomi yönetiminin bir numaralı hedefi ekonominin mümkün olduğunca hızlı büyümesidir. Dolayısıyla bizim ekonomimizin de en büyük hedefi hızlı büyümedir. Ekonomiyi büyütmek demek daha çok üretiyoruz demek, daha çok tüketiyoruz demek, daha çok teknolojiyi kullanıyoruz demek, insanımıza iş buluyoruz demek, işsizliği azaltıyoruz demek vs. Tabi bunu yaparken ekonomideki sürdürülebilirlik iki açıdan Türkiye’nin önüne çıkıyor. Hem üretimin hem de tüketimin artırılması gerekiyor. Eğer bunun dengesi tutulmazsa, ekonomi büyürken talep üretimden hızlı artarsa büyümenin hızlanması enflasyonun hızlanmasını beraberinde getirir. Bu uzun dönemde arzu edilen bir şey değildir. Çünkü sonra bu enflasyonu düşürmek için mecburen bir süre büyümeden vazgeçmek gerekir. Demek ki büyümenin birinci hedefi azamiye çıkartılması ama onun altında bir hedef var. Bunu yaparken enflasyonun tekrar tırmanmasına izin vermeyeceksin. Türkiye için ikinci bir potansiyel dengesizlik ise de bu büyümenin dışarıdan yapılan ithalatın da ihracattan daha hızlı artmasını beraberinde getirmesidir. Bu taktirde başka bir risk oluşuyor. Dış açık büyüdükçe dış açığın finansmanında sorunlar yaşanıyor. Yarın öbür gün dış açıkta finansman sorunu çıktığında ekonominin bir krizle karşılaşması yani büyümenin gene düşmesi, işsizliğin artması vs. Demek ki bunu engellemek için hızlı büyümeye çalışacağız ama enflasyonu da artırmamaya çalışacağız. İkincisi de dış dengenin kontrol dışına çıkmaması gerekir. Bu üç hedef arasında uyum olmayabiliyor, çelişkiler olabiliyor. Dış dengeyi düzeltmek için döviz kuru biraz değer kaybetmesi gerekir. Kaybedince enflasyon yükseliyor, engelleyeyim derken bu sefer büyüme düşüyor. Tam sen dış dengeleri düzelteyim derken petrol fiyatları artıyor. Petrol fiyatları yükselince ülkede enflasyon baskısı oluyor. Aynı zamanda dış açık büyümeye başlıyor. Büyümeyi yavaşlatarak sorunu çözebilirsin ama ülkedeki işsizlik o zaman artacak. Bunlar daima tercih yapmayı gerektiren şeylerdir. Bu devamlı farklı birbiriyle çelişen mekanizmalar, devletler arasında tercih yapmayı gerektirir. Bu bir süreç.

Ş.Ç: Bu güne kadar enflasyonla mücadelede güçlü olan ülkeler hangileri oldu?

A.S.A: Bunlardan bir tanesi küçük bir ülke ama çok başarılı olan İsviçre’dir. Enflasyonun yükselmesine izin vermiyorlar. Enflasyonu yükseltecek politikalara hiçbir zaman meyletmiyorlar. Diğer bir tanesi de Almanya’dır. Almanlar vaktinde çok büyük bir enflasyon yaşamışlar. Sonra o çalkantıdan sonra Hitler Nazi’si iktidara gelmiş. Ondan sonra Almanlar enflasyonu sevmedikleri için enflasyonu artırıcı politikaları uygulamıyor. Bir başkası ise Japonya’dır. Ama Japonya farklı sebeplerle  son on yıldır eksi enflasyondadır.  Fiyatlar düşüyor.  Yani deflasyon vardır. On sene önce aldığınız şey şu an daha ucuza alabiliyorsunuz. Her şeyi daha ucuza alıyorsunuz.  Enflasyon başlı başına bir hedef değildir. Bunu vurgulamak gerekir. Burada önemli olan hem hızlı büyüyüp hem de düşük enflasyonlu olabilmektir. Yoksa büyümeyi durdurup enflasyonsuz yaşanılabilir, Japonya gibi. Ama mevzu ve Türkiye’nin sorunu bu değildir. Büyümeyle enflasyon arasındaki ilişkiyi doğru kurmak gerekir. Çünkü bunun sebebini de söylemekte yarar var. Yüksek enflasyonu olup da hızlı büyüyen bir ekonomi yoktur. Yani yüksek enflasyon yavaş büyümeyi getirir. Düşük enflasyon ise bazen büyük bazen yavaş büyüme getirir. Hızlı büyüme düşük enflasyon paketini tasarlayıp, uygulamaya koyup becermektir.

Kaynakça;